Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

15 Haziran 2023 Perşembe

TAKVİM 12

 1 Regaib Kandilinde ibadet

Yüce Rabbimizin rahmetini Müslümanlara bol bol ihsân ettiği belli vakitler vardır. İslam Ümmeti tarafından üç aylar bereket ve mağfiret mevsimi olarak kabul edilmiştir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) Recep ayı girdiğinde; “Allah’ım! Recep ve Şaban aylarını hakkımızda mübarek eyle, bizi Ramazan ayına ulaştır.” şeklinde dua etmiştir (İbn Hanbel, Müsned, 1, 259) Dolayısıyla müminler olarak bu gecede hayatımızın gidişatını gözden geçirmeli; hata ve günahlarımız için tövbe etmeliyiz. Rabbimize el açıp dua ederek, Kur’an-ı Kerim okuyup anlamaya çalışarak, kaza veya nafile namaz kılarak bu geceyi değerlendirmeliyiz. Bu gecede Rabbimizle ve yakınlarımızla bağlarımızı yeniden gözden geçirmeli, bu vesileyle iyi bir mü‘min olmanın iman-ibadet-ahlâk bütünlüğünü sağlamaktan geçtiğini bir kez daha hatırlamalıyız. Doğruluk ve dürüstlüğün, paylaşımın, hak ve hukuka riayetin, barış içinde yaşamanın, saygının insânî erdemlere ulaşılabilecek en üstün değerler olduğunu bilmeliyiz.


2 Ba's ba'de'l-mevt (Ölümden sonra diriliş)

İnsan ölümlü bir varlıktır ancak ölüm onun için bir son değildir. Ebedî hayat olan âhiret hayatını yaşamak için insanın, öldükten sonra dirilmesi gerekir. Kur’ân-ı Kerim’in bu husustaki âyetlerine göre tekrar dirilme muhakkak olacaktır. İsrafil’in ikinci defa sûra üflemesi ile kabirlerinde bulunan ve bazı nedenlerle kabre konulamayan tüm insanlar dirilecek ve bulundukları yerlerden kalkacaklardır. Bunda asla şüphe edilmez. Çünkü âhirete iman, öldükten sonra dirilmeyi kabul etmekle tamamlanır. "Ba’sü ba’de’l-mevt”in hak olduğunu, yoktan var edildiğini bilen her aklı başında kişi kabul eder. Zîrâ yoktan var eden Allah için, ölmüş olanı diriltmenin zor olmayacağını bilir. Kur’ân, âhiretin varlığını, öldükten sonra dirilmenin mutlaka gerçekleşeceğini sıklıkla vurgular: "İnsan neden yaratıldığına bir baksın. O, atılan bir sudan yaratıldı. O su, bel ve göğüs kafesi arasından çıkar. Şüphesiz Allah onu (öldükten sonra) tekrar yaratmaya elbette kādirdir. (Târık, 86/5-8)


3 Hz. Peygamber'in (sas) ahlakı Kur'an idi

“Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta’, Hüsnü’l-huluk, 8) diyen Peygamber Efendimizin (sav) her bir sözü, davranışı, uygulaması, güzel ahlakının bir yansımasıydı. O dürüst ve güvenilir, adaletli ve merhametliydi. Cömertti, cesurdu, tedbirli ve sabırlıydı, öfkesini yenerdi. Herkesle yakından ilgilenir; zayıf ve yoksulların, dul ve yetimlerin sıkıntılarını giderirdi. Çocuklara ve gençlere değer verir, onların ilkeli ve dengeli yetişmesini isterdi. Her yaştan insanla sıcak bir iletişim kurar, kimseyi kırıp incitmezdi. Allah için sever ve Allah için buğzederdi. Yumuşak bir dili ve üslubu, kolaylaştırıcı ve sevdirici tutumuyla herkesin gönlünde taht kuran bir öğreticiydi. Öğrettiklerinin kalıcı etkiler bırakmasında en önemli rol bunları önce kendisinin hayata geçirmesindeydi. Öyle ki sevgili eşi Hz. Aişe’ye onun ahlakının nasıl olduğunu sorduklarında o şöyle demişti: “Sen Kur’an okumuyor musun? Onun ahlâkı Kur’an’dı.” (Müslim, Müsâfirîn, 139).


4 İman esasları bir bütündür

İman, Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kaderin Allah’tan olduğuna gönülden inanmaktır. Rahmet Peygamberinin bize tebliğ ettiği tüm hakikatleri kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmektir. Allah’a sadakat ve teslimiyetle bağlanmaktır. İman bir bütündür. İman esaslarından birini bile kabul etmemek inançsızlık anlamına gelir. Bu ise büyük bir felakettir. Çünkü inançsızlık kişiyi yaratılış gayesinden uzaklaştırarak anlamsız bir hayata sürükler. Yüce idealler uğruna fedakârlık yapma duygusunu zedeler. Eşi ve ortağı olmayan bir kudrete, o kudretin gönderdiği rehbere, vadettiği hakikate, sonsuz bir yaşamın varlığına inanmayan huzuru ve mutluluğu yakalayamaz. Ahirette ise Allah’ın rahmet ve inayetinden mahrum olur. İman, insanın hayatına anlam katar. Ona dünyada yaratılış gayesine uygun bir yaşama bilinci aşılar. Zorluklar karşısında insanı kuvvetli kılar. Nimetin kıymetini bilmeye ve şükre vesile olur.


5 Hane-i saadetin damadı: Hz. Ali

Hz. Ali, Sevgili Peygamberimizin dünya ve ahiret kardeşi, kızı Fâtıma’nın sevgili eşi, torunları Hasan ve Hüseyin’in babası… Beş yaşından itibaren Allah Resûlü’nün hanesinde, onunla birlikte yaşamaya başlayan Ali (ra), onun damadı olarak saadetli hanenin, Allah Resûlü’nün ailesinin bir ferdi olarak yaşamaya devam etti. Hz. Peygamber’in son anına dek yanında bulunan Hz. Ali, onun örnekliğini ilmiyle, ahlakıyla, takvasıyla, cesaret ve kahramanlığıyla en güzel şekilde temsil etti. Hz. Ali, Peygamberinin hep en yakınındaydı, çocukluğu onun yanında geçti, genç bir delikanlı iken de onunla birlikteydi. Bir çift göz, hem muhabbetle hem de yaşının verdiği berrak zihinle her daim onu izlemekteydi. Onun gibi inanmak, onun gibi yaşamak, onun gibi bir kul olabilmek Ali’nin tek gayesiydi. Bu yüzden Ali’nin namazını görenler, Nebî’nin (s) namazını hatırlar; onun namaz kıldırdığı kimseler, “Ali bize peygamberin namazı gibi namaz kıldırdı.” derlerdi. (Müslim, Salât, 33)


6 Rahmetin hususi tecellisi: Rahim

Rabbimizin güzel isimleri birbirinden bağımsız olmadığını ve her birinin diğerleriyle ilişki içinde mükemmel bir bütün oluşturduğunu biliyoruz. Rahmetin adaletle ilişkisinin sonucudur ki “Rahîm” ismi kulların iradelerini iyilik yoluna kullanmalarının bir ödülü olarak ulaşacakları ikinci bir rahmeti ifade eder. O’nun katında çalışanla çalışmayanın bir tutulmayacağını gösterir. Nitekim Kur’an’da Allah, rahmetinin her şeyi kuşattığını beyan ettikten sonra son peygambere iman edip belli niteliklere sahip olan kimselerin gelecekte ayrıca ilahî rahmete mazhar olacaklarını belirtmiştir (A‘raf 7/156-157.) Bu nedenle yaygın olarak “Rahman”ın dünya hayatında herkesi, “Rahîm”in ise ahirette sadece müminleri kapsayan ilahî rahmeti ifade ettiği kabul edilmiştir. İşte bizi rahmetinin bu iki yönlü tecellisi ile kuşatan Rabbimiz “Rahîm” ismiyle sorumluluklarını yerine getiren, gayret sahibi, iyilikperver insanları neticeden ümit kesmeden bu güzel hallerini sürdürmeye teşvik ediyor.


7 Müslüman dini ve ahlaki değerleriyle yaşar

“En hayırlı ümmet” övgüsüne mazhar olan her bir mümin, zihnine ve gönlüne yalnızca İslam’ın yüce değerlerini nakşeder. Kaynağı vahiy olmayan her çeşit düşünce ve alışkanlıklar karşısında dikkatli davranır. İmanına zarar verebilecek tehlikelerden uzak durur. Söz ve davranışlarına İslam ahlakını yansıtır. Sevgili Peygamberimiz (sav) bir hadisinde bizleri şöyle uyarmaktadır: “Kim bir topluluğa benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4) Yani bir kimse kendi değerlerini yaşamak yerine başkasına özenir, onun inanç ve adetlerini benimserse, sonunda onlar gibi düşünmeye ve yaşamaya başlar. Zira maddi ve fiziki benzeşmenin manevi sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. O halde Rabbimize ve kendimize karşı sorumluluğumuzun bilincinde olalım. Yaratılış gayemizden uzaklaştıran her türlü davranıştan uzak duralım. Kur’an’a ve sünnete sımsıkı sarılalım. Unutmayalım ki toplumlar, dinî ve ahlaki değerleriyle ayakta durur ve bu değerlerden beslenen şuurla yaşarlar. 


8 Üç aylar yenilenme mevsimidir

Recep, Şaban ve Ramazan’ı içinde barındıran üç aylar, Regâib gecesiyle başlar. Miraç ve Berat gecesiyle devam eder. Bin aydan daha hayırlı Kadir gecesiyle zirveye ulaşır. Birlik ve beraberliğimizi güçlendiren ülfet ve muhabbetimizi artıran Ramazan bayramıyla taçlanır. Üç aylar, gönül hanemize konuk ettiğimiz kutlu misafirimizdir, müminler için bir yenilenme mevsimidir. Allah Resûlü (sas) üç ayları karşılarken şöyle dua etmiştir: “Allah’ım! Recep ve Şaban aylarını hakkımızda mübarek eyle, bizi Ramazan ayına ulaştır.” (İbn Hanbel, Müsned, 1, 259) Bizler sukunetin gönüllere indiği bu mübarek vakitlerde ömrümüzün muhasebesini yapar, yaratılış gayemizi yeniden idrak ederiz. Kulluk ve ibadete, hayır ve hasenata, iyiliğe her zamankinden daha fazla yönelir gönül dünyamızı imar ederiz. Bu gün ve geceleri Rabbimizin rızasını kazanmak için vesile kılalım. Ancak kulluğumuz yalnızca bu gün ve gecelerle sınırlı kalmasın. Hayatımız boyunca rağbetimiz daima Yüce Mevlâ’ya olsun. 


9 İman-Güzel Ahlak ayrılmazlığı

İslam dini, insanları dünya ve ahiret saadetine ulaştırmayı amaç edinmiştir. Yüce Allah’ın gönderdiği peygamberler aracılığıyla bu iki saadetin yollarını göstermiştir. Peygamberler, bize öğrettikleri iman esaslarıyla Allah’ın varlığı, evrenin konumu, Allah ile olan ilişkisi, bizim konumumuz ve hem Allah’la hem de evrenle olan ilişkilerimizin mahiyetini ortaya koymuş; nereden gelip nereye gittiğimiz konusunda bizi aydınlatmışlardır. “İman esasları” olarak ifade ettiğimiz bu inanç sistemi Allah ve âlemle ilişkilerimizi belirler. İslam dininde iman ile güzel ahlak arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. İslam bir ağaca benzetilecek olursa iman bunun köklerini, salih amel gövdesini ve güzel ahlak da yaprak, çiçek ve meyvelerini temsil etmektedir. Şüphesiz kök ve gövdenin varlık nedeni ve nihai hedefi meyvedir. Dolayısıyla insan ancak onunla beklentilerine ulaşmış olur. Müslümanlıkta da bütün sistemin odaklandığı nihai hedef “mekârim-i ahlakı tamamlamak”tır.


10 Mezar taşı kitabeleri

Mezar taşları millî kültür varlıklarımız olarak, tarih boyunca medeniyetimizin sembolü olmuşlardır. Şehirlerimizin merkezinde yer alan kabirler büyük bir estetik ve zarafet unsuru olarak inşa edilmiştir. Bunların dışında cami, tekke ve türbe gibi yapıların bitişiğinde hazire denilen mezarların da inşa edildiği bilinmektedir. Üç kıtada büyük bir medeniyet imparatorluğu kuran Osmanlı Dönemi’nde yapılan mezar taşları gerek taş işçiliği gerekse üzerindeki yazıların edebî varlığı ile eşsiz örneklikteki yapılardandır. Osmanlı Dönemi mezar taşlarımız birer estetik unsuru olarak yüksek medeniyet anlayışımızın en önemli değerlerindendir. Mezar taşları dışında önemli dinî önder veya devlet adamlarının kabirlerinin bulunduğu türbe ve kümbetler de süsleme ve işçilik bakımından medeniyetimizin en önemli yapılarından kabul edilmektedir. Kabirlerimizin sahip olduğu estetiği ve temsil ettiği değeri muhafaza etmek ise hem ecdada saygının bir ifadesi hem de milli vazifemizdir.


11 Gösteriş merakı: Riya

Beğenilmek, takdir edilmek, övülmek, parmakla gösterilen, görünen, bilinen olmak… İnsan olarak hepimizin kalbinin bir köşesinde bu duygular az ya da çok vardır. Allah Resûlü “Kim duyulsun diye iyilik yaparsa, Allah (onun bu niyetini herkese) duyurur. Kim gösteriş için iyilik yaparsa, Allah da (onun bu riyakârlığını herkese) gösterir.” (Müslim, Zühd, 48) buyurur. İnsanın içini sinsice kemiren riya hastalığına karşı ikaz eder hepimizi. Başkalarını kandırdığını zannederek kimse kendini kandırmasın ister. Zira er ya da geç, riyakârın gerçek niyeti, kalplerde olanı hakkıyla bilen Yüce Allah (Teğabün, 64/4) tarafından ortaya çıkarılacaktır. Riya yaparak kimi kandırıyoruz aslında? Bu soru üzerinde çokça düşünmeliyiz. Ve kalbi sinsice ele geçiren bu illetten korunmak için Sevgili Peygamberimizin şu duasıyla Rabbimize sığınmalıyız: “Allah’ım fakirlikten, küfürden, şirkten, nifaktan ve görsün duysunlar diye yapılan amelden sana sığınırım.” (İbn Hibban, Sahih, III, 300) (Hale Şahin, “Riya: Kimi Kandırıyoruz?”, Hikmetin 40 Kapısı, s. 53-56)


12 Süleyman Çelebi ve Vesiletü'n-Necat

Süleyman Çelebi, Bursa Ulucamii’nin imamıdır. Meşhur eseri Vesîletü’n-Necât’ı kısaca Mevlid’i Osmanlı Devleti’nin fetret döneminde burada kaleme almıştır. Vesîletü’n-Necât, kurtuluş vesilesi anlamına gelir. Süleyman Çelebi içine düşülen fetretten kurtuluşa vesile olması niyetiyle eserine bu ismi vermiştir. Çünkü o, fetretin ancak Hz. Peygamber’in manevi şahsiyetine, Kur’an, Sünnet ve dinine bağlanmakla aşılacağını düşünmüştür. Vesîletü’n-Necât, hem sade ve anlaşılır Türkçesiyle hem de derin ve etkili bir anlam dünyasına karşılık gelen ahenkli söyleyişiyle altı yüz yıldır mevlid yazmak isteyen şairlere ilham kaynağı olmuştur. Ancak bugüne dek onun gibisi kaleme alınamamıştır. Bu bakımdan Süleyman Çelebi kurucu bir şahsiyettir. Altı yüz yıldır bu toprakları mayalayan ardında bıraktığı biricik eseri ise Rumca, Arapça, İngilizce, Almanca, Boşnakça, Arnavutça, Çerkesçe ve Gürcüce’ye yapılan çevirileriyle geniş bir kültür havzasında tesir bırakmıştır.


13 Allah C.C temizdir, temizliği sever

Hayatta her iyiliğin ve güzelliğin başı sağlık, sağlığın başı da temizliktir. Sevgili Peygamberimiz hastalıktan önce sağlığın kıymetini bilmeyi tavsiye etmiştir. (Hâkim, Müstedrek, IV, 341) Bazen Peygamberimizin bu uyarısını unutuyoruz. Sıhhatin değerini ancak onu kaybettikten sonra anlıyoruz. Oysa temiz olmak ve sağlığımızı korumak öncelikle bizim görevimizdir. Peygamberimiz “Allah güzeldir, güzel olanı sever; temizdir, temizliği sever; kerem sahibidir; cömertliği sever.” buyurur. (Müslim, Îmân, 147) Temizlenme imkânı olduğu halde üstü başı kirli, saçı sakalı bakımsız, evi barkı düzensiz olan kişi, insanların yanında olduğu gibi Allah’ın katında da makbul değildir. Çünkü Allah’a hakkıyla ibadet ederek rızasını kazanmak ancak temizlikle mümkündür. Eşsiz bir temizlik vesilesi olan abdest ve gusül, namazın yanı sıra birçok ibadetin ön şartıdır. Beden temizliğine, ağız ve tırnak bakımına özen göstermek, haftada en az bir defa yıkanmak Peygamberimizin sünnetidir. (DİB Hutbeler, “Allah Temizdir, Temizliği Sever”, 06.03.2020)


14 Cuma namazının fazileti

“Güneşin doğduğu en hayırlı gün” (Müslim, Cum’a, 18) olan cuma günü, Müslümanlar olarak büyük sevinç yaşarız. Haftalık dirilişimize vesile olan bu eşsiz günde, gündelik meşgaleler ve dünyevî kaygılardan sıyrılıp Rabbimizin huzuruna dururuz. Duaların geri çevrilmeyeceği bilinciyle Allah’a yakarır, kulluk ahdimizi yenileriz. Rabbimiz “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında Allah’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” (Cum’a, 62/9) buyurur. Peygamberimiz de güzelce abdest alıp cuma namazına gelen ve hutbeyi can kulağıyla dinleyen kimsenin, o cuma ile gelecek cuma arasındaki günahlarının affedileceğini müjdeler. (Müslim, Cum’a, 27) Öyleyse bugün üzerimize düşen en önemli sorumluluk, cuma namazını eda etmektir. Bugün hep birlikte Allah’a ibadet etmeye, kardeşlik bağlarımızı güçlendirmeye özen gösterelim. Çocuklarımızı sevgiyle cuma namazına alıştıralım, gençlerimizi cumanın huzuruyla buluşturalım.


15 Hz. Ömer'in müslüman oluşu

Hz. Ömer, Kureyş’in bazı ileri gelenleri gibi önceleri Hz. Peygamber’e ve İslâmiyet’e karşı düşmanlık gösterirken bi‘setin 6. yılında Müslüman olmuştur. Onun müslüman oluşuna dair hemen bütün kaynaklarda yer alan meşhur rivayete göre Hamza’nın İslâm’ı kabulünden sonra Ömer Hz. Peygamber’i öldürmek üzere yola çıkmış, yolda karşılaştığı Nuaym b. Abdullah’tan kız kardeşi Fâtıma ile kocası Saîd b. Zeyd’in müslüman olduğunu öğrenince onların evine gitmiştir. Onları Tâhâ sûresini okurken bulmuş, okuduklarını kendisine vermelerini istemiş, bu isteği reddedilince kız kardeşini ve eniştesini dövmüş, kardeşi kendilerine Kur’an öğreten ve Ömer’den saklanan Habbâb b. Eret’i de çağırarak müslüman olduklarını Ömer’in yüzüne karşı söylemiştir. Bunun üzerine yumuşayan Ömer müslüman olmaya karar vermiş, Habbâb’dan Resûlullah’ın Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın evinde olduğunu öğrenip oraya gitmiş ve kendisine biat ederek müslüman olmuştur (İbn İshak, s. 160-163; İbn Hişâm, I, 343-346). 


16 Görüp gözeten: El-Müheymîn

Sözlükte “bir şeyi gözetimi altına alıp korumak ve onu yönetmek” manasındaki “heymene” kökünden türeyen “Müheymin” kâinatın bütün işlerini idare eden demektir. Allah yarattığı mahlukatın varlığını sürdürebilmesi için gereken tüm şartları bilir, onları kollar, gözetir; amellerini, rızıklarını, ecellerini bilip muhafaza eder. Onları varlıklarını tehdit eden tehlikelerden korumak da bu ismin tecellilerindendir. Bu tecelliler sayesinde biz varlığımızı bir bütün hâlinde koruyabilir; dağılıp gitmekten kurtuluruz. Fiziki bütünlüğümüz nasıl maddi hayatımızın devamı için şartsa ruhi bütünlüğümüzü korumamız da manevi varlığımız için öyledir. Bu nedenle bu ismin kalp huzuruyla yakın ilişkisi vardır. Her şeyin farkında olan, bizi en yakından gözetip kollayan bir Rabbimiz olduğunu bilmek; olmasını istediğimiz şeylerin bilindiğini, olduğunda O’nun ihsanı, olmadığında da O’nun takdiri olduğunu kabullenmek kâinatla kusursuz bir uyum içinde olmamızı sağlar.


17 Evden çıkarken okunabilecek dua

Mü’minin, her türlü beşerî tedbire başvurduktan sonra, Allah’a güvenip O’na teslim olması, Allah’tan yardım ve korunma talebinde bulunması, kul olmanın, sınırını idrak edebilmenin bir gereğidir. Bu bakımdan evden çıkarken ve eve girerken Allah’a yönelip her türlü kötülük ve tehlikelerden O’nun korumasına ve himayesine sığınmak; kişiye dua ve ibadet sevabı kazandırmasının yanı sıra güven ve huzur ortamı da sağlayacaktır. Hatta yapılacak bu dua belki de kişinin insanlarla ilişkilerinin daha düzenli, günlük iş ve icraatlarının daha verimli ve bereketli olmasına da vesile olabilecektir. Evden çıkarken okunacak dua şu şekildedir: “Allâhümme innî e’ûzü bike en adılle ev üdalle, ev ezille ev üzelle ev azlime ev uzleme ev echele ev yüchele ‘aleyye.”Anlamı ise;“Ey Allah’ım! Hak yoldan sapmaktan, saptırılmaktan; ayağı kaymaktan, kaydırılmaktan; zulmetmekten, zulme uğramaktan; cahillik etmekten veya cahillikle karşılaşmaktan sana sığınırım.”(Ebû Davud, Edeb,103)


18 Sesiyle karanlıkları aydınlatan sahabi: Bilâl-i Habeşî (r.a)

Mekke çöllerinde kızgın kayaların altında “Ehad!” diyordu Bilâl. Gün geldi Bilâl’in sesi Medine semalarında işitilir oldu. Allah’ın dini güçlendikçe Bilâl’in sesi daha gür çıkar oldu. Artık Peygamber Mescidinde müminleri namaza çağırıyordu Bilâl, Peygamber’in yanından hiç ayırmadığı müezzini olmuştu. Bilâl “Allahu ekber” dediği anda O’nun dışındaki her şey küçülüyordu. Bilâl “Eşhedu en la ilahe illallah” diyor, sesinin ulaştığı her bir zerre buna şehadet ediyordu. Bilâl “Hayya ale’s-salah” dediğinde Peygamber mescidi müminlerle dolup taşıyordu. Bilâl ezan okuyor, Allah Resûlü dinliyordu. Sonrasında Nebî’nin arkasında bütün bir kâinat kıyama duruyordu. Sadece Peygamber Mescidinde yankılanmadı, Allah Resûlü’nün gittiği her yere eşlik etti Bilâl’in sesi. Çok sevdiği müezzininin her an yanında olmasını arzuluyordu Nebî. Bir zamanlar Ehad diyen bu sesten, artık Allahu ekber nidaları işitiliyor, Bilâl’in sesiyle Mekke semaları aydınlanıyordu.


19 Yoksullarla dayanışma

Bir topluluk veya toplum içinde yaşayan her insanın, toplumda bulunan diğer insanlara karşı yerine getirmesi gereken birtakım görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Bunlardan biri de, fakir ve yoksul kimselerin yardımına koşmak ve maddi sıkıntılarını gidermektir. Bu hususlar da sosyal dayanışma ruhunun bireylere kazandırılmasıyla mümkündür. Sosyal dayanışma, toplumdaki her ferdin, kendi üzerinde topluma karşı yerine getirilmesi gerekli olan birtakım görev ve sorumlulukların bulunduğunu hissetmesi ve imkânları nispetinde toplum yararına sağlamış olduğu maddi ve manevi katkılarıdır. Sosyal dayanışma bilincine sahip olan insanlar, fakiri gözetir, yetimi barındırır, güçsüze yardım ederler. Böylece toplumda zayıf ve güçsüzlerin ihtiyaçlarının giderildiği bir ortam sağlanır. Zenginle fakir arasındaki uçurumlar ortadan kalkar. Karşılıklı sevgi ve saygı bağları kuvvetlenir. Bu yüzden İslam’da topluma adeta şifa olan sosyal dayanışmayı sağlamak amacıyla zekât farz kılındığı gibi sadaka ve hibe gibi yardımlaşma, infak çeşitleri de teşvik edilmiştir.


20 Herkes doğru olur sen doğru isen

İslam; hakikate, doğruluğa ve hakkı söylemeye büyük önem vermiştir. Öyle ki doğruluk ve dürüstlük anlamına gelen sıdk, peygamber sıfatlarından biridir. Müslüman denilince de akla gelen ahlaki erdemlerin en başında doğruluk gelir. Çünkü doğruluk; kurtuluşun nuru ve yüksek ahlakın bir gereğidir. Hakkı söylemek de müminin şiarıdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s), “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya hayır söylesin ya da sussun.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123) buyurmuşlardır. İnsanın söz ve davranışlarında doğruluğu esas alıp yalandan kaçınması hem dinî/ahlâkî hem de dünyevî açıdan gereklidir. Fert ve toplumun sağlıklı bir hayata sahip olması için insan ilişkilerinde yalandan uzak durulması ve dürüstlüğün esas alınması gerekir. Zira bir toplumda yalan, dedikoduya, dedikodu da insanların birbirine karşı nefret beslemesine ve düşmanlığa yol açar. İnsanların kamplara ayrıldığı ve düşmanlığın hüküm sürdüğü bir ortamda ise emniyet içinde yaşamak imkânsız hâle gelir. Dolayısıyla, bireysel ve toplumsal açıdan huzurlu olmak için yalandan sakınmak önemlidir.


21 KUR'AN VE SÜNNET BİR BÜTÜNDÜR

Kur’an-ı Kerim, Allah tarafından bütün insanlığa gönderilen son ilâhî hitaptır. Cenâb-ı Hakkın sözü, kelâmıdır. Okunması ibadet olan Kitâp’tır. Hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, helal ile haramı birbirinden ayıran Furkân’dır. Sünnet, Sevgili Peygamberimizin hayat tarzı, sözleri, fiilleri ve onaylarıdır. Kur’an, bize imanı ve yalnızca Allah’a kul olmayı emretmiş; sünnet, imanın hakikatlerini öğretmiştir. Kur’an, bize imanımızın gereği olan ibadetleri emretmiş; sünnet, bu ibadetleri nasıl yapacağımızı göstermiştir. Kur’an, bize güzel ahlâkı emretmiş; sünnet ise erdemli bir hayata model olmuştur. Öyleyse Kur’an ve sünnet ayrılmaz bir bütündür. Dinimizin esasını teşkil eden Kur’an’ı, Peygamberimizin sünnetinden ayrı düşünmek imkânsızdır. Onun güzide yaşantısı, Allah’ın rızasına uygun yaşayan iyi bir Müslüman olmak için önümüzdeki en güzel örnektir. “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab 33/21).


22 Mîzan

Tartı aleti, terazi ve ölçü gibi anlamlara gelen mizan, ahirette insanların yeryüzündeki davranışlarından dolayı hesaba çekildikten sonra iyi ve kötü davranışlarının tartıldığı ilahi adalet ölçüsüdür. “O gün (amelleri tartacak) terazi haktır. Artık kimin tartıları ağır gelirse işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de tartıları hafif gelirse işte onlar, âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.” (Araf, 7/8) 

“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız; artık kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan, bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu getirir ortaya koyarız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiya, 21/47) Ayet ve hadisler, mîzanın âhiret hallerinden ve orada gerçekleştirilecek işlemlerden biri olduğunu açıkça göstermektedir. Ancak mahiyeti tam olarak bilinmemektedir. O dünyadaki hiçbir teraziye benzememektedir. Bu hususta onun, amellerin miktarını tespite yarayan bir şeyden ibaret olduğuna iman etmek ve mahiyetini Allah’a havale etmek en isabetli yöntemdir.


23 Dili muhafaza etmek

Yüce Allah, insanları ruh ve beden kabiliyetleri bakımından, canlıların en mükemmeli kılmıştır. Bir ayrıcalık olarak insana, düşünme ve konuşma yeteneği vermiştir. Allah, insan için dilin büyük bir nimet olduğuna “Biz ona bir dil ve iki dudak vermedik mi? (Beled 90/9)” mealindeki ayetinde işaret etmektedir. Dil ile söylediğimiz her sözün, melekler tarafından kaydedilmekte olduğu açıkça ifade edilmektedir: “İnsan, hiçbir söz söylemez ki, onun yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf 50/18) Kişi dilini iftira, yalan, gıybet, söz gezdirme, ara bozma, insanları birbirine düşürme gibi dinimizin haram kıldığı sözleri söylemekten ve dinlemekten kesinlikle korumalıdır. Dil, bir anahtar gibidir. Hayrın da şerrin de kapısını açabilir. Bu nedenle ağzımızdan çıkacak sözlere dikkat etmeli, aklın ve imanın terazisinde tarttıktan sonra söylemeliyiz. Düşünmeden söylediğimiz sözlerin, kırgınlıklara, dargınlıklara, kavgalara, hatta çeşitli olumsuzluklara kapı açabileceğini ve insani ilişkilerin bozulmasına sebep olabileceğini unutmamalıyız.


24 Yüceler yücesi el-Aziz

Yüce Allah’ın isimlerinden biri olan el-Aziz; izzet, azamet, şeref ve onur sahibi, mağlup edilmesi mümkün olmayan, daima galip gelen anlamlarına gelmektedir. Allah’ın ‘Aziz’ sıfatı, O’nun hiçbir zaman, hiçbir güç ve kuvvet tarafından mağlup edilemeyeceğini, her zaman galip olanın kendisi olduğunu anlatır. Allah kâinatta mutlak güç ve kuvvet sahibidir ve O’ndan üstün hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Zaten her şeyi kendisi yarattığı için buna imkân ve ihtimal de yoktur. Bu inançla ona sığınanlar da güç ve kuvvet kazanır. Allah Teala bir ayette (Münafikun, 63/8.) “İzzet Allah’ın, Resul’ünün ve iman edenlerindir.” buyurarak Resul’ünü ve müminleri kendi yanında izzetine ortak etmiştir. Bu mertebe Allah’tan başkasının veremeyeceği muazzam bir ikramdır. İzzet ve şeref Allah’a kulluktadır. O’na her elimizi açışımızda izzetinin kapısında duruyoruz demektir. Her ibadetimiz, her zikrimiz, her duamız bize O’nun izzetini hatırlatan vesilelerdir.


25 Ensarın ilk öğretmeni: Mus'ab b. Umeyr (ra)

Zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Mus’ab b. Umeyr, bu zenginliği elinin tersiyle itmiş ve Müslüman olmuştur. Müslüman olduğu için çok baskı görmüş ancak dininden vazgeçmemiştir. Birinci Akabe Biatı’ndan sonra Resûl-i Ekrem, Medineliler’in isteğiyle onu İslâm tarihinin ilk muallimi olarak görevlendirmiştir. Bu sebeple Medine’ye ilk hicret eden sahâbî olarak da kabul edilir. Mus‘ab, Hz. Peygamber’in tebliğ tarzını çok iyi kavraması, Kur’ân-ı Kerîm’den o zamana kadar inmiş âyetleri ezbere bilmesi ve etkili konuşmasıyla birçok kişinin İslam’a girmesini sağlamıştır. Bedir’de muhacirlerin, Uhud’da bütün Müslümanların sancağını o taşıdı. Uhud Gazvesi’nde Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadı. Her iki eli de kesilince sancağı kollarıyla göğsüne bastırarak dik tutmaya çalışırken şehit düştü. Savaştan sonra şehitler defnedilirken Hz. Peygamber, yoksul bir kıyafet içindeki Mus‘ab’ı yanındakilere göstererek onun bir zamanlar en güzel elbiseleri giydiğini, en güzel yemekleri yediğini fakat Allah ve Resulünün sevgisini her şeye tercih ettiğini söyledi.


26 Marifetullah

Kelime olarak “Allah’ı bilme ve tanıma” anlamına gelen mârifetullah “Allah’ın zâtı, sıfatları, fiilleri ve isimleri hakkındaki bilgi” şeklinde tanımlanmıştır. Mârifetullah, kişinin Allah'ı hakkıyla tanıması, bilmesi ve buna göre O'na bağlanması demektir. Zira kişi, Allah'ı hakkıyla tanırsa, O'nun emir ve yasaklarına bağlanır. Mârifetullah hususunda şu üç nokta yer almaktadır: 
1. Allah'ı ve O'nun birliğini bilmek, yüceliğini kabul etmek ve her türlü eksiklikten münezzeh kılmak. 
2. Allah'ın sıfatlarını ve bu sıfatların hükümlerini bilmek. 
3. Allah'ın fiillerini ve bu fiillerin hikmetlerini kavramak. Allah’ı bu şekilde tanımak da insanın kendini tanımasına (ma‘rifetü’n-nefs) bağlıdır. Ebû Saîd el-Harrâz bu durumu, “Nefsini bilmeyen rabbini bilemez” şeklinde ifade etmiştir. İnsanın nefsini bilmesi rabbini bilmesinin başlangıcıdır. Rabbini bilmesi, nefsini bilmesinin neticesidir. Yani insan nefsinin sıfatlarında ârif olmadıkça rabbinin sıfatlarını idrak edemez.


27 Kul Hakkını Gözetme

Güzel dinimiz İslam’da “kul hakkı” olarak adlandırılan ve beşerî ilişkilerin neredeyse temelini oluşturan çok ciddi bir kavram vardır. Kul hakkı ise insanların mal varlıkları, canları, ırz ve namusları, manevî şahsiyetleri, makam ve mevkileri, inanç ve yaşayışları ile kişisel ya da aile fertlerine ilişkin haklarına saygı göstermektir. Kul hakkı kavramı, insanlar arası ilişkileri sağlamlaştıracak; iyiliğin, insafın, adalet ve merhametin kök salmasını sağlayacak; ahlaki yapının pekişmesine vesile olacak, bunun sonunda da kişinin ahiret mutluluğunu yakalamasına etki edecek önemli bir kavramdır. İslam dini; ırk, milliyet, siyasi anlayış, dil ve tahsil farkı gözetmeksizin, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder. Kul hakkına riayet, dinimizin en çok dikkat çektiği konudur. Peygamber Efendimiz (sas.) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden evvel o kimseyle helalleşsin!” (Buhârî, Mezâlim, 10).


28 Hacer-i Muallak

“Asılı duran taş” anlamına gelen hacer-i muallak, Kudüs’te harem-i şerif içindedir. Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân tarafından bu taşın üzerine Kubbetü’s-Sahra inşa edilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde taşın alt kısmı duvarlarla örülerek korumaya alınmıştır. Hem Yahudiler hem de Müslümanlar tarafından kutsal kabul edilir. Hz. Peygamber (sas)'in Miraç’a çıkarken üstünde durduğu taş olmasının yanı sıra Hz. İbrahim (as)’in oğlu Hz. İsmail (as)'i kurban etmek için kullandığı taşın da bu olduğuna inanılmaktadır. Hristiyanlar ise İsa Mesih’in bu kaya üzerinden tüm insanlığı tebliğe çağıracağını düşünürler. Hacer-i Muallak’ın havada durduğuna inananlar da vardır. Ancak bununla ilgili sahih bir rivayet olmadığı gibi bilimsel bir delil de yoktur.


29 Hz. Peygamber'in Geçmiş İlahi Kitaplarda Müjdelenmesi

Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed a.s. ın peygamber olarak gönderileceğinin Tevrat ve İncil de yazılı olduğunu şöyle haber vermektedir: “Onlar, ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, ümmî Peygamber’e uyarlar”( A’râf, 7\157) Bununla birlikte Hz. İsa da bu konuyla ilgili ümmetine şöyle hitap etmiştir: Ey İsrailoğulları! Ben Allah tarafından size gönderilmiş bir elçiyim; benden önce gelen Tevrat’ı doğrulamakta ve benden sonra gelen gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdelemekteyim.” (Saf, 61\6). Tevrat’ta da “ Allah’ın Rab senin için aranızdan, kardeşlerinden benim gibi bir peygamber çıkaracak; onu dinleyeceksin” ifadelerinin yer almasını İslam âlimleri mevcut Tevrat ve İncil’de Hz Muhammed’le ilgili müjdenin olduğuna delil göstermişlerdir. İlaveten Hz. İsa’ya vahyedilen İncil’de bu haberin mevcut olduğunu fakat daha sonra tahrif neticesinde İncil metinlerinden çıkarıldığını belirtmişlerdir.


30 Cömertlikte Son Nokta: Îsâr

Bir şeyi veya bir kimseyi seçmek, üstün saymak anlamına gelen diğerkâmlıkla eş anlamlı olarak kullanılan Îsâr, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in bize öğrettiği güzel ahlâkın âdeta zirvesidir. Îsâr, çok yönlü ve geniş kapsamlı bir ahlâkî vasıftır. Bu ahlaki vasıfların yansıdığı bir alan da cömertliktir. Îsar; cömertlikte son noktadır. Cömert kimse mal tutkusuna mağlup olmayan kimsedir. Mal tutkusu, onu elinde bulundurma sevgisi bazen insanın benliğine hakim olabilir. İşte bu halde olan birey, malını başkalarına vermeye, dinî tabirle infak etmeye güç yetirir ve bu davranışından dolayı bir sıkıntı duymazsa o kimse cömert bir kimsedir. Cömertlik, malı boş yerlere harcamak değildir. Mal ve servet özü itibariyle kötü bir şey değildir, çünkü o, Allah’ın insanlığa bahşettiği en büyük nimetlerden birisidir. Onun yerli yerinde, ihtiyaç halinde kullanılması gerekir. İhtiyaç zamanında harcanmaması cimrilik, gereksinim duyulmadığı halde saçıp savrulması da israf olmaktadır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder