Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

20 Şubat 2023 Pazartesi

TAKVİM 3


İstiğfar ve Tövbe Etmek
İstiğfar, Allah Tealâ’dan affını istemek, bağışlanmayı istemektir. Bu dil ile yapılır, sonuç Allah’a bırakılır. Tövbe ise değişmektir. Ölü kalbi diriltmek, bozuk hali ve kötü arkadaşı terketmek, kötülüklere iyilik diye sarılmış nefsi ıslah etmektir. Tövbe, özü, sözü ve her yönüyle Allah’a dönmektir. Tövbe eden, nefis, şeytan ve bütün kötülük kaynaklarıyla mücadele eder. Yüce Allah’ın seveceği bir hale gelir. Bu ise hem dilin, hem kalbin, hem de bedenin işidir.


Komşuya Eziyet
Hz. Ebu Hureyre [radıyallahu anh] anlatıyor: Hz. Peygamber’e [sallallahu aleyhi vesellem] bir kadından bahsedildi. Onun geceleri çokça namaz kıldığı, gündüzleri oruç tuttuğu, fakat komşularını üzdüğü haber verildi. Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem]: “Onda hayır yoktur; o ateştedir.” buyurdu. 
Başka bir kadından daha bahsettiler. Onun da beş vakit namazın dışında pek namaz kılmadığı, sadece ramazan orucunu tuttuğu, altınlarından bir miktar sadaka verdiği, bundan başka bir ibadetinin olmadığını, fakat hiçbir komşusuna da eziyet vermediğini söylediler. Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem]: “O cennettedir!” buyurdu. (Hakim, Ahmed)


Nefis ve Şeytanla Cihat
Nefis ve şeytanla yapılan cihat bütün müslümanların görevidir. Bu cihat insanın bütün hayatını kuşatır. Buna “cihad-ı ekber” (büyük cihat) denmektedir. Bu cihadı kazanmak için öncelikle İslâm’ın doğru öğrenilmesi gerekir. İman ve İslâm esaslarını bilmeden olmaz.
Nefse ağır gelse de Allah’ın emirlerini tutan ve yasaklarından kaçınan, şeytanın vesveselerine aldırış etmeyip haram ve kötülüğe karşı direnen kişi, nefis ve şeytanla olan bu büyük cihatta zafere ulaşır.

İyiliklerin Gerçek Sahibi
Dinî hizmette en büyük tehlike başarıdan sonra gelir. Hayırlı işlerde bir başarı elde eden kimse, tevazu ve edebe sarılmalıdır. Nefsini o işin tek ehliyetlisi olarak görmemelidir. Aksine, “nefsim bu işin daha güzel yapılması yolunda en büyük engeldir” diye düşünmelidir. “Bu hizmeti en iyi ben yaparım, bu iş bensiz olmaz” demek, Allah Teâlâ’ya karşı bir iftira, nimete karşı da bir ihanettir. Çünkü kendisi olmadan hiçbir şeyin olmayacağı tek varlık sadece Allah Teâlâ’dır.


Dönüş Yok
Allah Teâlâ cehennemdekilerin halini şöyle haber veriyor: “Ey Rabbimiz diye yakaracaklar. ‘Bizi buradan çıkar. Eğer tekrar günahlarımıza dönersek, tamam, belli ki biz zalim insanlarız.’ Fakat Allah buyurur ki: Kalın kaldığınız yerde! Bana karşı konuşmayın artık!” (Müminûn, 107-108)
O elim azaptan korkar ve Allah’a sığınırız. Zira durum, Yahya b. Muaz’ın [kuddise sırruhû] dediği gibi gerçekten de çok vahimdir: “Şu iki felaketten hangisinin daha feci olduğunu bilemiyoruz: Cenneti kaybetmek mi? Yoksa cehenneme girmek mi? Zira ne cennetten mahrum olmaya dayanmak mümkün, ne de cehenneme tahammül edebilmek!”



Dediklerin Doğruysa
Bir defasında Hz. Hüseyin [radıyallahu anh] efendimizin küçük oğlu İmam Zeynelâbidin hazretleri, bir adamın kendisini tahkir ettiğini, kusurlarını sayıp döktüğünü işitti. Adamın yanına gitti ve nezaketle şöyle dedi: “Benim hakkımda söylediğin sözler doğruysa Allah Teâlâ beni affeylesin. Yok eğer doğru değilse Allah seni affetsin. Allah’ın selamı rahmeti bereketi üzerine olsun.”


 Güzel Huylu Olmak

Bir adam Resûlullah Efendimize [sallal­lahu aleyhi vesellem] gelir ve, "Ey Allah’ın resulü, işlerin en faziletlisi hangisidir?” diye sorar. Hz. Peygamber, “Güzel huylu olmaktır” buyurur. Sonra adam yine aynı soruyu sorar. Aynı cevabı alır. Adam bu se­fer, “Ey Allah’ın resûlü, Allah’ın en sevdiği iş nedir?” diye sorar. Resûl-i Ekrem, “Güzel huylu olmaktır" buyurur. Adam bu sefer de, “En iyi, en kıymetli iş nedir?" diye sorunca Hz. Peygamber adama dönüp, “Neden an­lamıyorsun? Güzel ahlâk, gücün yettiğince kimseye kızmamaktır" buyurur.

Ölüm mü Amel mi?
Bilâl b. Sâd [rahmetullahi aleyh] şöyle diyor: “Ey Rahmân’m kulları Birine, Ölümü seviyor musun? diye sorulsa, Hayır der. Niçin? denilse, Allah yolunda amel etmek için der. ‘0 halde amel et’ denilse, ‘Sonra...’ der. Bu kimse ne ölümü sever, ne de amel etmeyi! Onun en çok hoşlandığı şey Allah’ın emrettiği amelleri, iba­detleri ertelemek; en sevmediği şey ise elde edeceği bir dünya malının ertelenmesidir.”

Musibete Sabır
Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk [radıyallahu anh] birine taziyede bulunurken şöyle nasihat etti: “Sabredip teselli bulmakla musibet yok olur. Tahammül göstermeyip yas tut­manın ise bir faydası yoktur. Allah musi­betlere karşı gösterdiğiniz sabırdan dolayı mükâfatınızı kat kat versin.”


Niyet, İstikamet ve Bilgi
Mümin iyi niyetli olmalıdır. İyi niyet­li olmak, Allah rızasının hedef alınması ve Cenâb-ı Mevlâ’nın bizlere gösterdiği yoldan yürümekle mümkündür. Buna da ihlâs denmiştir. Fahr-i Kâinat Efendimiz şöyle buyuruyor: “Dininde ihlâslı ol. İhlâs ile yapılan az amel bile sana yeter.” İhlâs ve samimiyetten sonra istikamet gelir. Müminin istikamet üzere bulunduğunu anlayabilmesi için bilgili olması lazımdır. Buna kısaca ilmihal yani halin bilgisi denir. Bu bilgiyle bir hayat inşa edecek, nereye ve nasıl yürüdüğünün farkında olacaktır.

Aile Sorumluluğu
Çocuklara merhamet sadece şefkat göstermek değil, onları yarınlara ve ebedî hayata hazırlamaktır. Peygamber Efendi­miz [sallallahu aleyhi vesellem] şöyle bu­yurmuştur: “Hepiniz birer çobansınız ve her biriniz sürünüzden sorumlusunuz. Devlet başkanı bir çobandır ve yönetimi altında­kilerden sorumludur. Erkek, aile fertlerinin çobanıdır ve onlardan sorumludur. Kadın kocasının evinde bir çobandır ve çocukla­rından sorumludur. İşçi, iş verenin çoba­nıdır ve ondan sorumludur. Hâsılı hepiniz birer çobansınız ve her biriniz sürünüzden mesulsünüz” (Buhârî).

Fakirlerin Edebi
Fakirlerin uyması gereken edepler şun­lardır: Sürekli kanaatkar, gözü tok olmak. İhtiyacını gizlemek. Masrafa girmeyi ve sa­vurganlığı terketmek. Tamahkâr (aç gözlü) olmamak. İffetli, itibarlı olmayı tercih et­mek. Zenginlerden bir şey beklememek, kanaatkârlığını belli etmek. Zenginlere karşı alçalmamak, aynı zamanda kibir­lenmemek. Zenginleri gördüğünde kalbine sahip olmak, Allah’ın takdirine razı olmak, O’na tevekkül etmek.


Mızraklı İlmi hal'den Namaz Tefekkürü
Ezan-ı Muhammedi okundukta, İsrafil aleyhisselâm sûra üfürüyor deyu.
Ve abdeste kalkarken kabrimden kalkıyorum deyu.
Camiye giderken mahşer yerine gidiyorum deyu;
Müezzin ikamet edüp cemaat saf tutarken, bu mahşer meydanında yüz yirmi saf olup, seksen safı bizim peygamberimizin ve kırk safı sair peygamberlerin ümmetleri olsa gerektir deyu;
İmam Fatihayı okurken, sağımda cennet, solumda cehennem, ensemde Azrail,karşımda Beytullah, önümde kabir, ayağımın altında sırat vardır deyu,
Acaba benim sualim asan, ettiğim ibadet başıma tac ve yanıma yoldaş
Ve kabrime çerağ olur mu


O Aramızda Oldukça
Uhud Savaşı bitmiş, müslümanlar yet­miş şehid vermişti. Dînâroğulları'ndan bir kadın savaş alanına koşmuş, sonu­cun ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Savaşta babası, kocası ve kardeşi şehid düşmüştü. Yolda karşılaştığı insanlar acı durumu kendisine haber verdiler. Kadın, “Allah Resûlü ne yapıyor, o nasıldır, ne haldedir?” diye Peygamber Efendimizi soruyordu: “Hamdolsun Allah’a, Resûlullah iyidir!” dediler. Kadın, "Onu bana gösterin!” dedi, gösterdiler. Kadın o tarafa doğru koştu, Allah Resûlü’nü görünce sevindi, üç şehidin acısını içine attı: “Sen hayatta ve aramızda olduktan sonra bütün musibetler bana hafif gelir yâ Resûlallah!” diyerek yoluna devam etti (Şemseddin eş-Şâmî, Sübülü'l- Hüdâ, 4/228).


MUSİBET VE SABIR
Hz. Enes’ten rlvâyet edilir kİ, bir kimse Peygamber Efendimizin (s.a.v.) huzuruna çocuğuyla gelirmiş. Bir gün çocuğu vefât etmiş. Bu sebeple o kimse de huzura gelememiş. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) o kimseyi göremeyince nerede olduğunu sormuş. Orada bulunanlar:
- YA Rasûlallah, gördüğünüz çocuk vefât etti. Buyurmuşlar ki:
- Niçin bana haber vermediniz? Kalkınız, karde­şimizi taziyeye edelim.
Kalkıp o sahâbînin yanına gitmişler ve onu kederli bir hâlde görmüşler. Sahâbî;
- Yâ Resûlallâh, ben onu yaşlılığım İçin ümit ederdim. Rasûl-I Ekrem Efendimiz (s.a.v.);
- "Seni sevindirmez mi ki, kıyâmet gününde o ço­cuğa “cennete gir” denildiği zaman, “Hani, annem babam?” der. O çocuğa üç defa “cennete gir” den­dikçe, o da durmadan anne ve babasına şefâat eder. Nlhâyet Allâhü Teâlâ, onun şefaatini kabul buyu­rarak hepinizi o çocuk sebebiyle cennete koyar. Bu sevindirici değil midir?”
Bu haberde, musibete uğrayanları taziye ve teselli etmenin sünnet olduğu işâret edilmektedir.


HÂFIZ EBÛ SAÎD FÂRÛKÎ (K.S.)
Imâm-ı Rabbânî Hazretlerinin torunlarındandır. Babasının ismi Sa­fîdir. 1782 (H.1196) senesinde Râmpûr'da doğdu. On yaşında Kurân-ı Kerimi ezberledi. Kurân-ı Kerimi tertîl özere çok güzel okurdu. M. 1811 senesinde Abdullâh-ı Dehlevî (k.s.) Hazretleri ile mü­şerref oldu. On beş yıl kadar onun hizmetinde ve sohbetinde bulundu, Ebû Saîd Fârûkî Hazretleri, hocasının mektubundaki, “...Görüyorum ki, bu yüksek hânedânın makâmına oturmak bizden sonra size verildi, önceki hastalığım esnasında sizin, bizim makamımızda oturduğunuzu ve bu vazifenin size verildiğini gördüm. Bu teveccühlere kâbiliyetli sizden başka biri yoktur. Bu mektubumu alır almaz bu tarafa hareket ediniz ve oğlunuz Ahmed Saîd'i, orada kendi yerinize bırakınız. emri üzerine yerine oğlu Ahmed Saîd Fârûkiyi bırakıp Delhi'ye gitti. Abdullâh-ı Dehlevî'nin vefâtından sonra yerine irsâd makâmına geçti. Dokuz yıl kadar insanların irşadı ile meşgûl oldu. 1833 (H. 1249) senesinde hac yolculuğuna çıktı. Her uğradığı şehir halkı, gelişini şeref, nîmet ve bereket bilip, sohbetine koştu. Ge­miyle Cidde'ye ulaştı. Mevlânâ Muhammed Habîbullâh Cân-ı Canan (k.s.) karşılamaya geldi. Beraber Mekke'ye gittiler. Haremeyn halkı, kâdıları, müftüleri, ümerâ ve ulemâsı ile birlikte son derece tâzim ve hürmetle huzuruna geldiler. Haremeyn-i şerifeyni ziyaretten sonra, vatanına dönmek üzere yola çıktı. Yolda hastalandı ve hastalığı gitgide şiddetlendi. Ramâzan-ı Şerifin 22'sinde Tunk beldesine geldi. 1834 (H. 1250] senesinde Ramâzan bayramı günü irtihâli dâr-ı bekâ eylediler. Cenazesini Delhi'ye naklettiler. Hocası Abdullâh-ı Dehlevî Hazretlerinin batı tarafına defnedildi.
Ebû Saîd Fârûkî (k.s.) Hazretleri buyurdu ki: “Allâhü Teâlâ’nın sonsuz ihsânı, kullarından birine eriştiği zaman, o kulunu kendi dostlarından birinin hizmetine ulaştırır. O da nefsinin isteklerine uy­mamayı ve ona ağır gelen şeyleri yapmayı, yâni İslâmiyete uymağı emir buyurur. Böylece onun batınını yâni kalbini ve nefsini temizler.”
“Bu zamanda talebenin hizmetleri kusurlu ve dağınık olduğu için,: bu yolun büyükleri önce talebeye Allâhü Teâlâ'yı kalbi ile zikretmeyi, emrederler. Amel ve ibâdetlerde ve her işte orta yolda olmayı em­redip nice erbainlere bedel olan teveccühlerini dâimâ talebeleri üze­rinde bulundururlar. Talebelerine, Ehl-i Sünnet îtikâdına göre inan­mayı, sünnet-i seniyyeye uymayı, bütün bidâtlerden sakınmayı em­rederler. Mümkün oldukça azimetle amel edip ruhsatlara kapılma­malarını tenbih ederler.


Gönüller Sultanı
Necmeddin b. Muhammed Nakşibendî [kuddise sırruhû], Hülâsatü’l-Mevâhib’de Mevlâna Halid-i Bağdâdî hazretlerini şöyle anlatıyor: “Onun meclisindekiler ve hizmetkârlar yiyecek ve içecek ikramından mahrum kalmazlardı. Gizli ve açıktan çok sadaka verirdi, verdiği sadakaların haddi hesabı olmazdı. Meclisine binlerce kişi gelir ve memnun olarak dönerdi.
Evi ve mescidi insanlara her an açıktı. İsteyen gelir kalırdı. Gelenlerin gönlü hoş tutulurdu. Misafirlere ikram etmek onun adetiydi. Onun huzuruna gelip de isteyenin boş döndüğü görülmemiştir.”




İLAHİ EDEB İLE EDEBLENMEK
Bu ümmetin salihleri ve irşatla meşgul kâmilleri, ilâhî sınırları ve edebi çiğnemezler. Allah için onlara hürmet gösteren sadık talipler de onları kulluk vasfından çıkarmazlar. Herkes her şeyini Kur’an ve Sünnet edebine göre yapar. Fakat kimileri hürmeti putlara yapılan tazime, zalimlerin önünde baş eğmeye veya mevki sahiplerine yağ çekmeye benzetirler. Bu durum onların ilâhî edep ve hürmeti bilmiyor oldukları anlamına gelir.
Üstadın talebesinden, imamın cemaatinden, kâmil mürşidin müridinden istediği edep, kendi adına ve nefsi hesabına değildir. Onlar talebelerini ilâhî edeple edeplendirmek ve Cenab-ı Hak huzurunda kabul görecek bir kul haline getirmek için uğraşırlar. 


 İMAM RABBANİ k.s. - Ehli Sünnet Vel Cemaat Yolu
İmam Rabbânî hazretleri [kuddise sırruhû] şöyle diyor: “Size ve bize lazım olan şey, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin Kitap ve Sünnet’i gereği gibi anlayıp onlardan çıkardıkları esaslar doğrultusunda inancı düzeltmektir. Çünkü eğer bizim ve sizin anlayışınız bu büyüklerin anlayışlarına uymuyorsa hiçbir değeri yoktur. Tüm bid’atçı ve sapıklar da bâtıl görüşlerini Kur’an ve Sünnet’ten aldıklarını ve bu iki kaynağa dayandıklarını iddia ediyorlar. Halbuki hak adına gerçekte bunların hiçbir değeri yoktur.” 


Münker Nekir
Bazı melekler kabirde sual sorarlar. Bunlara “Münker Nekir” denir. Kabirde herkese “Rabbin kim, dinin ne, peygamberin kim, kitabın ne?” gibi sorular sorarlar. Doğru cevap veren müminlerin kabri cennet bahçelerinden bir bahçeye çevrilir. Cevap veremeyen kâfir ve münafıkların kabri ise cehennem çukurlarından bir çukur yapılır. Mahşere kadar o halde kalırlar. (Buharî, Müslim)



 Ölçüsüz Yüceltme

Resulullah Efendimiz  [sallallahu aleyhi vesellem] bizi şöyle uyarıyor: “Ey insanlar! Sözünüzü dikkatli söyleyin. Sakın şeytan sizi basit ve boş şeylere sevketmesin. Ben, Abdullah’ın oğlu Muhammed ve Allah’ın Resulüyüm. Vallahi sizin beni Allah’ın yücelttiğinden daha yükseğe çıkarmanızı sevmem.” (Ahmed, İbnu Kesir)
Bu uyarı ümmetin önünde bulunan herkes için geçerlidir. Hiçbir müslüman bir diğerini övme ve yüceltmede aşırıya gitmemelidir. Allah Teâlâ’nın ahirette övgüye layık görmesi dışında övgülerin bir kıymeti yoktur.


Rahmet

Salih ameller övünme değil, şükür gerektirir. İyiliklerle övünmek, nefsini beğenmek ve insanları küçük görmek amelin sevabını yok eder. Güzel bir işten sonra, “ben bunun karşılığında muhakkak sevap alırım; bu sevaplarla cennetin kapısını açarım” demek doğru değildir. Yapılan bir salih amele sevap vermek Allah Teâlâ üzerine vacip değildir. Ancak O, mümin kulların yaptığı bir hayra karşılık en az on sevap vereceğini vaad etmiştir. (Enam, 160). Bu O’nun rahmetidir. 
Bizler yaptığımız amele değil Allah’ın bu vaadine ve geniş rahmetine güvenmeliyiz. Hz. Resulullah Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem], bu konuda buyurur ki: “Salih amellerle Allah’a yaklaşmaya çalışın. Amelde istikamet ve orta yol üzere bulunun ve bununla birlikte hiç kimsenin ameli ile kurtulamayacağını da bilin.”


Topluca Bir Arada

Tek başına kalan bir kimsenin insan ve cin şeytanlarına yem olacağına Kur’an’daki pek çok ayet işaret etmektedir. Bu sebeple bize Allah yolunda topluca hareket etmemiz emrediliyor. Al-i İmran suresi 103. ayette Allah Teâlâ, “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın...” buyuruyor. 
Bir başka ayette ise “Birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider.” (Enfal, 46) buyurulmaktadır. Her müslümana düşen görev, Allah’ın ipine sarılmak, didişmemek ve “Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe, 119) emrine uyarak sadık kullar etrafında topluca durmaktır.


Kalp, Beden ve Malla İbadet

Salih ameller kalp, beden ve mal ile yapılabilir. İman, Allah için sevmek, ihlas, tevekkül gibi ameller kalple yapılan salih amellerden birkaçıdır. Namaz, zikir, oruç, hac, Allah yolunda hizmet, anne-babaya hürmet, fakirleri sevindirme, güzel davranışlar, helalinden rızık kazanma gibi işler, bedenle ve mal ile yapılan salih amellere örnektir. Haramlardan sakınmak da salih ameldir. Ayrıca her zaman Kitap ve Sünnet’e uymak gerekir. Çünkü Kitap ve Sünnet’e uymayan hiçbir amel salih olmaz.


Allah Teâlâ’nın Dostuna Düşmanlık

Bir kudsi hadiste Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Kim benim veli kullarımdan birisine düşmanlık ederse, ben o kimseye savaş ilan eder, dostumun intikamını alırım.” (Buharî, İbnu Mace, Tebaranî)

Bir hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem] diyor ki: “Allah’ın hükümlerini ayakta tutan imamı hafife alıp insanların gözünde küçülten kimseyi Allah kıyamet günü rezil eder.” (Tirmizî, Ahmed)


Âd Kavmi

Âd Kavmi muhteşem saraylar yapmış, bağlarla bahçelerle memleketlerini süslemiş bir milletti. Meşhur İrem Bağları’nın bir benzeri yoktu. Yonttukları kayaları vadilere taşımışlardı. İhtimal ki bunları üstün teknikler yardımıyla yapıyorlardı. Fakat bu maddi güçlerinin kibri onlara yeryüzünde kul olarak bulundukları gerçeğini unutturmuştu.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: “Âd milleti doğru olan her şeye karşı çıkarak yeryüzünde küstahça dolaştılar ve ‘bizden daha güçlü kim varmış?’ diye böbürlendiler.” (Fussılet, 15) Hz. Hud’u da (aleyhisselâm) dinlemediler. Bize bir şey olmaz dediler. Allah Teâlâ onların sonunu şöyle ifade ediyor: “Onu yalanladılar. Biz de onları helak ettik. Bu kıssada insanlar için mutlaka bir ders vardır. Yine de çoğu inanmaz.” (Şuara, 139) 


Cennet Vaadi

Allah Teâlâ, salih amel işleyen erkek-kadın bütün müminleri cennete koyacağını vaat etmiştir. Hatta Peygamber Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem] bir müjdesine göre de, Allah Teâlâ kalbinde zerre kadar iman taşıyarak huzuruna gelen herkesi, geçici bir süre affedilmeyen günahları sebebiyle cehenneme atsa da sonuçta oradan çıkarıp cennete koyacaktır. (Buharî, Müslim, Tirmizî)
Bir ayette de Allah Teâlâ, inananları, kalplerine yerleşen kelime-i tevhit üzerinde dünya ve ahirette sabit tutacağını bildirmiştir (İbrahim, 27), ayrıca kendisine dost olan muttakilerin hiçbir korku ve hüzün yaşamayacaklarını müjdelemiştir (Yunus, 62-64).


İnsanın Sorumluluğu

İnsanın yaratılışı sorumluluk esası üzerine kuruludur. Âlemde sorumluluk yüklenme bilincine sahip olan tek varlık insandır. Bu sorumluluğun en önemli boyutunun ne olduğunu Allah Teâlâ şöyle bildiriyor: “Ben cinleri ve insanları sırf beni tanıyıp, yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) 
Ancak insanın sorumluluğu sadece Rabbi’ne boyun bükmekten ibaret değildir. Bilakis, insanın Rabbi’ne karşı sorumluluğu, O’nun yarattıklarına karşı sorumluluğu da ihtiva eder. İnsan Yaratıcı’sına karşı sorumluluğunun idrakinde olursa yaratılanlara karşı sorumluluğunu da bilir.


Hayır ve Şer Tercihi

Hayrı ve şerri yaratan Allah Teâlâ’dır. Fakat bunları talep eden, isteyen ise insandır. İnsan, bu dilemesi sebebiyle yaptıklarının neticesinden sorumludur. Rabbimiz hayırdan ve iyi işlerden razıdır, hoşnuttur. Şer olanlardan, yani kötü olan işlerden ise razı değildir, hoşnut olmaz. Buna böylece inanmak imanın bir şartıdır. 
Allah Teâlâ insanı bu dünyaya akıl ve irade ile donatarak imtihan için getirmiştir. “Ona (insana) iki yol göstermedik mi?” (Beled,10) buyurarak bizi iki yoldan birini tercih etmekle sınayacağını bildirmiş, ruhumuza da şerri tanımanın, ondan sakınmanın bilgilerini koymuş ve ilham etmiştir.


Yol Gösterenler

Kâmil mürşitler kimseye cennet bileti dağıtmaz. Sadece herkesi cennete giden yola davet ederler. Elinden tutanın artık bütün tehlikelerden kurtulduğunu da söylemezler. Elimden sıkı tut der ve onu Allah rızasına giden yolda koşturur.
Onlar Allah’ın hükmünü ve hukukunu iyi bilir. Allah Resulü’nün yolunu başlarına taç ederler. Talebelerini edeple terbiye edip Allah’a teslim etmek isterler. Ellerinde bir fayda ve zarar verme yetkisi yoktur. Fayda ve zarar yalnız Yüce Allah’ın takdiri ve yaratmasıyladır.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder