Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

14 Temmuz 2024 Pazar

VEYSEL KARANİ R.A.

 VEYSEL KARANİ R.A.- Rahmanın nefesini Yemen cihetinde buluyorum

Tabiînin kıblesi, kırk erenlerin rehberi, gizli güneş, Rahman'm nefesi ve Yemen’in parlak yıldızı Veysel Karan! (r.a.) (1)

Peygamber (s.a.v.) «Veysel Karanİ Sahabeye güzel bir şekilde ta­bi olanların (bk. Tevbe, 9/100) en hayırlısıdır» buyurmuştur. Bir kim­se ki, onu bizzat Rahmeten lilalemin vasf ve metheder, onu övmek benim dilim için nasıl doğru olur?

Kâinatın Efendisi, zaman zaman yüzünü Yemen tarafına çevirir ve: «Rahmanın nefesini Yemen cihetinde buluyorum» derdi. Peygam­berler Efendisi demiştir ki:

— Yarın kıyamet olunca Hakk Taalâ Veysel şeklinde yetmiş bin melek yaratır. Ta ki Veysel bunların arasına karışarak Arasat meydanına gelsin ve cennete gitsin. Bu suretle Allah’ın diledikleri müs­tesna, bunlar arasında hangisinin Veysel olduğunu hiçbir mahluk bil­mesin. Zira O, dünya yurdunda bilinmez ve tanınmaz bir kubbenin altında Hakka ibadet edip kendini halktan uzak tuttuğundan ahirette de ağyarın gözünden mahfuz kalması lâzım gelmişti. Çünkü Kudsî bir hadiste: «Evliyalarım kubbelerimin altındadır, onları benden başkası tanımaz» buyurulmuştur.





VEYSEL KARANİ R.A. - Beni Gören Ne Kaybeder

Garîb haberlerde zikredilmiştir ki, Peygamberler efendisi (s.a.v.) birilerini arıyormuş gibi bir hal içinde cennetteki köşkünden dışarı çıkar.

— Kimi arıyorsun, diye hitâb gelir.

— Veysel’i, diye cevap verir. Tekrar nidâ gelir:

— Boşuna zahmet çekme, onu dünyada göremediğin gibi bura­da da göremiyeceksinl

— İlâhi, o nerededir?

— Mak’ad-ı sıdk’ta, (Muktedir bir Melikin huzurundaki sadakat koltuğunda, bk. Kamer, 54/55) diye ferman geldi.

— O beni görüyor mu? Ferman ulaştı:

— Beni gören bir kimse seni niçin görsün. (Bensiz seni gören ne kazanır, sensiz beni gören ne kaybeder?)






VEYSEL KARANİ R.A. -  Aya­ğı Onun Ayağı Üzerine Koyunuz


Yine Hâce-i Enbiyâ (s.a.v.) buyurmuştur ki, «Ümmetimin içinde öyle bir er vardır ki, kıyamet günü, Rabia ve Mudarr kabilelerinin koyunlarındaki kıl sayısı kadar kimseye şefaat edecektir.» Söylendi­ğine göre hiç bir Arab kabilesi, bahiskonusu iki kabilenin sahib ol­duğu kadar koyun sürülerine mâlik değildi.

Sahabeler:

— Bu zat kimdir? diye sorduklarında buyurdu ki:

— Allah'ın kullarından bir kul.

— Biz de Allah'ın kullarıyız, onun ismi ne?

— Veysel!

— Nerede oturur?

— Karen’de.

— Seni görmüş müdür?

— Zahir gözüyle hayır.

— Acaib! Hem sana bu kadar aşık olsun, hem de koşup huzu­runa ve hizmetine gelmesin.

— Bunun iki sebebi var: Biri galebe-i hali, İkincisi şeriatına olan tazimi. Zira iman sahibi âmâ bir annesi var, eli, ayağı tutmu­yor, Veysel gündüzleri çobanlık yapıyor, aldığı ücreti kendisinin ve annesinin masraflarına harcıyor.

— Biz onu görebilecek miyiz? Hz. Peygamber, Sıddîk’a:

— Sen onu göremeyeceksin, dedikten sonra ilave etti: «Ama Fâruk ile Murtazâ görecekler. O kıllı bir adamdır, sol yanında ve sağ elinin ayasında bir dirhem miktarında bir beyazlık var, ama baras hastalığı değil bu. Onunla görüştüğünüz zaman selâmımı kendi­sine ulaştırın ve ümmetime dua etmesini söyleyin.»

Yine Peygamberler Efendisi buyurur : «Allah'ın en fazla sevdiği veliler muttaki ve gizli olanlardır.» (sadaka Resulullah)

Bazıları: Böyle birini aramızda bulamıyoruz, dediklerinde Efen­dimiz (a.s.):

— O Yemen ellerinde bir çobandır, kendisine Veysel derler, aya­ğı onun ayağı üzerine koyunuz, izini takib ediniz.



VEYSEL KARANİ R.A. -  Muhammed Ümmetini Allah Bağışlamadıkça Hırkayı Giymeyecek­tim


Nakledilir ki Resul'un (s.a.v.) vefatı yaklaşınca;

— Ya Resulellah, hırkanı kime verelim? diye sordular.

— Veysel Karanî’ye, diye buyurdu. Peygamber’in (a.s.v.) vefatından sonra Ömer ve Ali (r.a.) Kûfe’ye geldiklerinde Fâruk hutbe esnasında yüzünü Necd halkına doğru çevirerek:

— Ey Necdliler! Ayağa kalkınız, dedi. Onlar da ayağa kalktı­lar. «Aranızda Karen’den bir kimse var mıdır?» diye sordu. «Evet var» dediler. Ve aralarından seçtikleri birkaç kişiyi Ömer’in huzuru­na gönderdiler. Fâruk onlara Veysel’den haber sordu. Ama, onu ta­nımıyoruz, dediler. Bunun üzerine «Şeriat sahibi bana haber vermiş­tir. Ve asla O boş söz söylemez. Gerçekten onu bilmiyor musunuz», dedi. O vakit içlerinden biri:

— O, Emirü’lmü’minin’in soruşturmayacağı kadar hakir bir ki­şidir, ahmak bir serseridir, halktan ayrılarak yalnız yaşamaktadır, dedi. Fâruk:

— Şimdi o nerededir, zira bizim aradığımız odur, dedi. Şöyle dediler:

— Ürene vâdisindedir, akşama kadar deve güdüyor, elde etti­ği ücretle de ekmek alıyor. Mamur yerlere gelmez, kimse ile sohbet etmez, halkın yediğini yemez, gam ve neşe nedir bilmez, halk ağlayınca da o güler. Sonra Fâruk ile Murtazâ (r.a.) oradan vâdiye git­tiler. Onu namazda buldular, develerini otlatsın, diye Hakk Taalâ bir melek vazifelendirmişti. Veysel, insan geldiğini hissedince namazını kısa kesti. Namazı bitirip selâm verince, Fâruk ayağa kalktı, selâm verdi, o da mukabelede bulundu. Fâruk:

— Adın nedir?

— Abdullah (Allahın kulu) dedi.

— Hepimiz Allah’ın kullarıyız, ben özel ismini soruyorum, dedi

— Veysel! dedi.

— Sağ elini göster, dedi. O da gösterdi. Peygamber’in (s.a.v.) bahsettiği nişanı gördü, derhal öptü ve:

— Allah Resulü sana selâm gönderdi. Ümmetine dua etmeni söyledi, dedi. Veysel:

— Dua etmeye sen daha ziyade lâyıksın, zira yeryüzünde sen­den aziz bir kimse yoktur, dedi. Fâruk:

— Bu işi ben de yapıyorum ama sen Resul’ün vasiyetini yerine getir, dedi. Veysel:

Ya Ömer! Dikkatle bak, aradığın zat başkası olmasın, dedi. Ömer;

— Peygamber senin nişanını vermiştir . Veysel:

— O halde Peygamber’in hırkasını bana veriniz ki, dua edeyim, dilekte bulunayım. Sonra onlardan uzakça bir yere gidip bir köşe­ye çekildi, hırkayı bıraktı, yüzünü yerin üzerine koydu ve:

— İlâhî bütün ümmet-i Muhammedi  bana bağış­lamadığın sürece şu hırkayı giymeyeceğim. Peygamberin bu işi bu­raya havale etmiştir. Resul, Faruk ve Murtazâ kendi üzerlerine dü­şen işi yapmışlardır. Şimdi iş sana kalmıştır, diye niyazda bulundu. «Şu kadarını sana bağışlamış bulunuyorum hırkayı giy» diye hatiften bir ses geldi ama o «Hepsini isterim» dedi. Böyle diyor ve böyle ses­ler işitiyordu. Derken Faruk ile Murtazâ «Veysel’in yanına varalım ne yaptığım görelim» dediler. Veysel bunların geldiklerini görünce bir âhh çekerek: «Niçin geldiniz, gelmemiş olsaydınız bütün Muhammed ümmetini Allah benim için bağışlamadıkça hırkayı giymeyecek­tim» dedi.



VEYSEL KARANİ R.A. -  Veysel Ömer’den öndedir

Ömer-ül Faruk r.a. , Veysel’i, sırtında deve tüyünden bir çul, yalın ayak, baş açık bir halde ama yetmişbin âlemin zenginliği bu çul altında ola­rak görünce, gönlü kendinden de, halifelikten de geçti ve:

— Şu hilafeti bir ekmek karşılığı kim satın alır? diye sordu. Veysel cevap verdi:

— Aklı olmayan kimse! Ne satıyorsun? Hilafeti çıkar at, dileyen alsın, alım satımın arada işi ne? Derken, Sahabe:

— Sen bu şeyi Hz. Sıddiktan kabul etmiş bulunuyorsun. Bu kadar müslümanı ilgilendiren bu vazife terk ve zayi edilemez. Zira bir gün adalet etmen, bin yıl ibadet etmenden senin için daha şereflidir, diye feryad etti.

Sonra Veysel hırkayı giydi ve:

— Şu hırkanın yüzü suyu hürmetine Muhammed ümmetinden Rabia ve Mudar kabilelerindeki koyun sürülerinde mevcud olan tüy­ler adedince kimse bağışlanmıştır, dedi. Burada biri Çıkar da :

— Şu halde Veysel Ömer’den öndedir, zannını ileri sürerse; ha­yır, durum hiç de öyle değildir denir. Veysel’in hususiyeti tecrid (ve terk-i dünya etmiş olması) idi. Fâruk ise herşeye ve bütün fazilet­lere sahibti. Tecride de sahih olmak istiyordu. Nitekim tecrid halin­de bulunan kocakarıların kapısından geçen Hz. Peygamber (a.s.) on­lara ; «Muhammed’i dua ile yadediniz» demişti.



VEYSEL KARANİ R.A. -  Muvafakat Muhabbetin Şartıdır

Ali yül Murtazâ r.a. susmuş oturuyordu. Fâruk:

— Peygamber’i görmek için (O’nun sağlığında huzuruna) niçin gelmedin, diye Veysel’e sordu. Veysel:

— Siz onu gördünüz mü?

— Evet.

— O’nu gördüğünüze göre alnını da görmüş olmalısınız. Şimdi söyleyin kaşları çatık mı yoksa açık mı İdi?

Tuhaf şeydir ki, Veysel’de mevcud olan heybettin kendilerini is­tilâ etmiş olması) sebebiyle hiçbir şey söyleyemediler, Sonra Veysel tekrar sordu:

— Siz Muhammedi seviyor musunuz?

— Evet.

— Peki eğer sevginiz sıhhatli ise onun mübarek dişlerini kırdık­tan gün ona muvafakat etmiş olmanın gereği olarak (onunla hemhal olmak için) niçin dişlerinizi kırmadınız? Çünkü muvafakat mahabbetin şartıdır. Sonra kendi dişlerini gösterdi, ağzında bir tane bile diş yoktu. Sonra ekledi:

— Ben onu suret olarak görmedim, ona muvafakat etmiş olmak için dişlerimi söktüm. Çünkü muvafakat dindendir. Bu dokunaklı söz ikisinin de içini sızlatmıştı. Anladılar ki muvafakat ve edeb ma­kamı ayrı bir makam olup, Resulullah’ı görmemiş bulunan birinden edeb öğrenmek gerekmektedir. 





VEYSEL KARANİ R.A. -  Ondan Gayrisini Tanıma


Faruk:

— Ey Veysel bana dua et. /

— Umumî olarak dua ettiğimde, sana da dua etmiş bulunuyo­rum. İmanda meyil (ve tahsis) olmaz. Her namazda teşehhüde otu­runca «Allahım, bütün mü’minleri bağışla» (İbrahim, 14/41) diyorum. Eğer sizler, imam selâmetle kabre kadar götürürseniz dua sîzleri de bulur, eğer bunu yapamazsanız ben boşuna dua etmem. Faruk:

— Nasihat et, dedi. Şöyle cevap verdi:

— Ya Ömer! Allah’ı tanıyor musun?

— Evet.

— Eğer Ondan gayrisini tanımasan senin için daha iyi olur.

— Biraz daha öğüt vermez misin?

— İzzet ve celâl sahibi Allah seni biliyor mu?

— Evet biliyor.

— Eğer diğer biri seni bilmezse senin için daha iyi olur. Fâruk:

— Biraz bekle ta ki sana bir şeyler getirip takdim edeyim, de­yince, Veysel elini koynuna sokarak iki gümüş para çıkardı ve:

— Bunları deve güderek kazanmışımdır, şayet şu paraları har­cayabilecek kadar yaşayacağıma dair bana teminat verirsen, ancak o vakit diğerlerini kabul ederim, dedi ve ekledi: Zahmet ettiniz, şim­di geri dönünüz, zira kıyamet yakındır, bir daha ancak dönüşü müm­kün olmayan o günde karşılaşırız. Ben şimdi kıyamet yolunun azığını hazırlamakla meşgulüm.



VEYSEL KARANİ R.A. -  Herem b. Heyyan ile Görüşmesi


Karen’liler, Kûfe’den döndükleri zaman Veysel, kavmi arasında hürmet ve itibar görmeğe başladı. O ise bunu istemiyordu. Onun için oradan kaçtı, tekrar Küfe'ye geldi. Bundan sonra Herem b. Heyyan hariç onu bir daha kimse görmedi. Herem diyor ki: Veysel’in şefaat- taki derecesinin hangi hadde ulaştığım işitince, onu görme arzusu ba­na galebe çaldı. Küfe’ye giderek kendisini aramaya koyuldum. Tesa­düfen Fırat sahilinde abdest alıp elbise yıkarken buldum. Kendisini tanıdım. Tıbkı işittiğim sıfatlara sahib olan biri olarak buldum. Se­lâm verdim, selâmımı aldı ve bana baktı Musafaha etmek istedim, ama elini vermedi. Yâ Veysel, Allah'ın rahmeti üzerine olsun, Allah seni bağışlasın, nasılsın, dedim. Halinin zayıf olması ve ona olan mahabbet ve merhametim sebebiyle beni bir ağlama tuttu. O da ağla­dı ve:

— Ey Heyyân’ın oğlu Herem! Allah ömürler versin, nasılsın, se­ni bana kim kılavuzladı?

— Benim ve pederimin ismini nereden bildin, beni hiç görme­diğin halde nasıl tanıdın?

— Hiç bir şey ilminin haricinde kalmayan ve her şeyden haber­dar olan bildirdi ve de ruhum ruhunu tanıdı, zira mü'minlerin ruh­ları yekdiğerine aşinadır.

— Bana Resulullah’tan (a s.) bir hadis rivayet et.

— Ben O’nunla görüşemedim ama hadislerini başkalarından dinledim. Lâkin, muhaddis, müftü ve müzekkir (vaiz) olmak istemem. Zira benim işim nefsimledir, bundan vazgeçemem.

— Okuyacağın bir âyeti dinlemeyi arzu ediyorum. Veysel, bunun üzerine eûzuyu çekti, hıçkırarak ağladı ve «İnsi ve cinni ancak ) bana ibadet etsinler diye yarattım» (Zariyat, 51/56) «Biz yeri göğü / ve ikisi arasındaki şeyleri oyuncak olsun diye yaratmadık, bunları ancak hak ile yarattık? lâkin ihsânlârın çoğu bunû bilmezler» (Duhan, 44/38-48) meâlindeki âyetleri okudu. Ve öyle bir nara attı ki az/ kalsın aklı başından gitti.» Sonra bana dönüp sordu: 

— Ey Heyyân’ın oğlu seni buraya getiren sebep nedir?

_ Seninle huzur ve sükûn bulmak_ 

Ulu ve yüce AIIâh’ı Tanıyıp ta ondan başkasıyla huzur ve sükûn bulan birini hiç görmedim, tanımadım!

— Bana öğüt ver

,_Yattığında ölümü yastığının altına koy, kalktığında göz önüne getir. Günahın küçüklugune bakma, günah işlemene sebep olan  şeyin büyüklüğüne bak. Eğer günahı küçük görürsen Allah’ı küçük  görmüş olursun.

_. Nerede ikamet etmemi emir buyurursun? 

— Şam’da

— Orada maişetimi nasıl temin edeceğim?

— Üzerinde şirk gâlib olan ve Öğüt kabul etmeyen gönüllerden el aman !

— Diğer bir nasihat daha lütfeder misin?

— Ey Heyyân’m oğlu! Baban öldü. Âdem, Havva, Nuh, İbrahim. Musâ, Dâvut, Muhammed de (s.a.v.) vefat etti. Resulullah’ın halifesi Ebu Bekr irtihal etti, biraderim Ömer de öldü. Vah, vah Ömer’im..

— Allah’ın rahmeti senin üzerine olsun, henüz Ömer ölmedi.

— Hak Taalâ bana Ömer’in acı haberini vermiştir. Sonra ben ve sen de öleceğiz, dedi ve salavat getirdi, dua etti. Benim sana na­sihatim şu olsun, dedi:

— Ulu ve yüce Allah'ın Kitab’ında gösterilen ve salihlerce tutu­lan yola sıkı şekilde sarıl, ölümü hatırlamaktan bir an dahi gafil ol­ma, kavmine varınca onlara nasihat et, Allah’ın mahlûkatına öğüt vermekten geri durma, ümmetin cemaatına (ve Ehl-i Sünnete) muva­fakat etme, halinden bir adım bile geri atma, aksi takdirde farkına varmadan derhal dinden çıkar, cehenneme yuvarlanır gidersin.

Sonra bir miktar dua etti. Ve «Ey Hayyân’ın oğlu, hadi şimdi bu­radan git, ne sen beni göreceksin, ne de ben seni! Seni hayır dua ile yadedeceğim. Sen de beni duadan unutma. Sen şu taraftan git, ben de bu taraftan gideyim», dedi. Bir süre kendisiyle gitmek istedim ama bana izin vermedi ve ağladı, beni de bir ağlama tuttu. Bana anlattık­ları sözlerin ekserisi Ömer ve Ali’ye (r.a.) dairdi. Sonra ardı sıra ağ­ladım, ağladım.. Nihayet gözden kayboldu, bundan sonra bir daha kendisinden haber alamadım.




VEYSEL KARANİ R.A. -  Nasihatleri


Rebi’ b. Heysem anlatıyor: Veysel’i görmeye gitmiştim. Sabah na­mazını kılıyordu. Namazı bitirince tesbihle meşgul oldu. Tesbihini bi­tirsin diye sabrettim. Derken kalktı öğle namazına durdu. Üç gün üç gece ara vermeden hep böyle hareket etti. Ne bir şey yedi ne de uyu­du. Dördüncü gece olunca dikkat ettim, gözlerinde biraz uyku alâ­meti vardı. Bunun üzerine derhal Hakk Taalâ’ya münacaat etti ve:

«Ya Rab! Şu çok uyuyan gözden ve obur karından sana sığınırım», " dedi. Kendi kendime: Bana bu kadarı kâfi gelir, zihnimi karıştırmamalıyım, dedim ve geri döndüm.

Derler ki ömründe hiç bir gece uyumamıştı. Bir gece «Bu gece secde gecesidir», der o gece sabaha kadar başını secdeden kaldırmaz­dı. Diğer gece, «Bu gece kıyam gecesidir», der ayakta sabahlardı. Baş­ka bir gece de: «Bu gece rükû gecesidir», der ve sabaha kadar rükû halinde bulunurdu. Sordular: Ey Veysel, böyle uzun geceleri bir tek hâl üzere geçirmeye nasıl takat getiriyorsun?

— Biz henüz «subhane rabbiye'l a’lâ» demeden sabah oluyor. Halbuki üç kere tesbih getirmek sünnettir.


 Bunun için böyle hareket ediyorum. İstiyorum ki semadakiler gibi ibadet edeyim (ve hep kıyam veya rükû veyahut secde halinde olayım).

Namazda huşu’ nedir, sorusuna «Namazda iken yanına ok saplansa farkına varmamaktır» dedi. 

Nasılsın, sorusuna, sabah kalkan ve akşama kadar yaşayıp yaşamayacağım bilmeyen bir kimse nasıl olursa öyle, diye cevap verdi.

Amelin nasıl diye soranlara: Âh! Yol uzun, azık yok!., diye ce­vap verdi. «Allah’a yer ve gök ehli kadar ibadet etsen eğer, O’nun hakkında yakinin yoksa bunu senden kabul etmez», deyince, sordu­lar:

— O’nun hakkında nasıl yakın (ve ikan) sahibi oluruz?

— Senin için ihtiyar ettiği şeye gönülden razı olmak, kendini tamamiyle O’na ibadet etmeye vermek ve diğer bir şeyle meşgul olmama suretiyle, diye cevap verdi.

Kim bu üç şeyi severse, cehennem ona boynundaki damarından daha yakın olur: Hoş şeyler yemek, hoş nesneler giymek, ve zengin­lerle düşüp kalkmak, dedi.

 Ona:

— Yakınında biri var, otuz yıl var ki mezar kazmış içine bir ke­fen asmış, kenarında oturmuş ağlıyor, ne gece ne de gündüz rahatı var, dedikleri vakit kalktı hemen oraya gitti; onu arık, benzi soluk ve gözleri çukurlaşmış biri olarak gördü. Bu adama:

— Ey filan! Otuz yıl var ki şu mezar ve kefen seni Allah Taalâ’dan alıkoymuş. Sen bu ikisi sebebiyle (Hak’tan) geri kalmışsın, bu ikisi tuttuğun yolda senin putun olmuş, dedi. Bu zat onun nuru ile nefsindeki âfeti gördü, perde kalktı ve hakikat-ı hâl kendisine ayan - beyân oldu. Bir nara atarak ruhunu teslim etti. O mezarın ve kefenin içine düştü.

Eğer mezar ve kefen de hicab olursa, diğerlerinin nasıl hicab olduklarına dikkat et




VEYSEL KARANİ R.A. -  Halleri


Naklederler ki, Veysel bir kere üç gün üç gece bir şey yememiş­ti. Dördüncü gün olunca yolda bir altın gördü ve: «Birinden düşmüş olmalı», diyerek onu almadı. Ot toplamak ve topladıkları otlan ye­mek üzere yoluna devam etti. Ağzında sıcak bir somun bulunan bir koyun gördü. Koyun ileri gelerek ekmeği onun önüne koydu. «Birin­den kapmış olmalı» dedi ve ekmeğe bakmadı. Bunun üzerine koyun dile geldi: Ben, senin kulu bulunduğun Zat’ın kuluyum, al şu somu­nu, Allah’ın kulundan (sana ulaşan) Allah'ın rızkıdır, dedi. Veysel:

«Ekmeği almak İçin elimi uzattım, ekmeği elimde, koyunu ise kayıp­lara karışmış olarak gördüm», diyor.

Meziyetleri çok, faziletleri sayısızdı. Başlangıçta Şeyh Ebû Kasım CurcAnî (r.a.) «Allah.. Allah..» yerine «Veys.. Veys..» diye zikrederdi. Onların kadrini bunlar bilir.

Veysel: Kim Allah’ı tanır (ve Arif-i billah olur) ise hiçbirşey ona gizli kalmaz, demiştir. Yani Allah, ancak Allah ile tanınabilir. Zira «Rabbımı, Rabbımla tanıdım» denilmiştir. Onun için Allah’ı bilen (O nun ilim sıfatına mazhar olduğundan) her şeyi bilir.

Selâmet yalnızlıktadır, derdi. Yalnızlık, vihdette ferd (yalnızlıkta tek) olmaktır. Vihdet (yalnızlık) O’ndan başkasının hatır ve hayal­de yer tutmamasıdır. Tâ ki selâmet hâsıl olsun. Şayet yalnızlık (ve halvet) sadece surette olursa, sıhhatli olmaz. Çünkü hadiste «Şeytan yalnız olanladır ve iki kişiden biraz daha uzaktadır» denilmiştir.

«Kalbine dikkat etmelisin» demişti. Yani sana tavsiyem daima kal­bini huzur-ı Hakk’da bulundurulandır. Ta ki O’na, O’ndan başkası yol bulmasın.

Bir başka sözü: Yükseklik aradım, tevazuda buldum. Beylik ara­dım, hayırseverlikte buldum. Mürüvvet aradım, doğrulukta buldum. Şan aradım, fakirlikte buldum. Nisbet ve şöhret aradım, takvada bul­dum. Şeref aradım, kanaatta buldum. Rahat aradım, zühdde buldum.

Komşularının şöyle söyledikleri nakledilir: Biz onu deli sayardık. Hatta ikamet ettiği mahalde bir kulübe yapmak için kendisinden mü­saade istemiştik. Bir sene geçerdi de eline, orucunu açacak bir şey geçmezdi. Zaman zaman hurma çekirdeklerini toplar, akşamleyin sa­tar, bunu gıdaya sarfederek rızkını temin ederdi. Eğer eline hurma geçecek olsa, çekirdeklerini satar ve bunu da sadaka olarak verir­di. Eski bir elbisesi vardı. Mezbeleliklerden toplamış olduğu elbise parçalarını yıkamış, yekdiğerine yamamış, dikmiş ve kendine elbise yapmıştı. Esasen ehl-i hak olan birinin nefesi böyle yerlerde zuhur eder, sabah namazı vakti dışarı çıkar, yatsıya kadar bir daha geri gelmezdi. Uğramış olduğu her mahallenin çocukları kendisini taşa tutar, o ise (yavrucuklar) bacaklarım incedir, biraz daha küçük taş­ları atınız ki, ayaklarım kanamasın ve namazdan kalmayayım. Çün­kü benim için ayaklar dert değil, dert olan namazdır, derdi.

Şöyle naklederler ki, ömrünün sonunda Emiru’l-müminîn Ali’nin huzuruna geldi. O’na tâbi olarak Sıffin'da şehid olana kadar savaştı. Şanla yaşamış, saadetle ölmüştü.

Malumun olsun ki, «Üveysîler» denilen bir zümre vardır. Bun­ların şeyhe ihtiyacı yoktur. Zira başka bir vasıtaya hacet kalmadan, nübüvvet bunları bizzat kendi kucağında terbiye etmiştir, tıpkı Vey­sel’i terbiye ettiği gibi. Gerçi o, zâhiren Peygamberler Efendisini gör­memişti. Ama O’nun tarafından terbiye ve irşad edilmişti. (Risalet ocağında nübüvvetten terbiye görmüş ve hakikatla hemdem olmuş­tu. Bu makam o kadar ulu ve yücedir ki, kolay kolay kimseyi oraya ulaştırmazlar. Bu devlet kime yüz gösterir ki? «Bu Allah'ın dilediği­ne bahşettiği bir lûtuftur.» (Maide, 5/54)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder