Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

30 Haziran 2023 Cuma

TAKVİM 16

1 İman etmeden ölen kişilerin uhrevi durumu ne olacak?

Sahabeden Selmân-ı Fârisî hicretten sonra Medine’ye gelip Müslüman olmuş, arkadaşlık etmiş olduğu Hristiyanları ve amellerini anlatmış, Hz. Peygamber de “Onlar İslam dini üzere ölmediler.” buyurunca dünyası kararmıştır. Sonra “Şüphesiz, iman edenler; Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sâbiîler’den de Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler” mealindeki ayet inmiştir. Ardından Hz. Peygamber Selmân’ı çağırıp şöyle buyurmuştur: “Bu ayet senin arkadaşların hakkında indi. Kim benim peygamber olarak geldiğimi işitmeden önce İsa’nın dini ve İslam üzere ölürse o hayırdadır. Ama bugün kim beni işitir de bana iman etmezse o da helâk olmuştur.” İslamiyet dışındaki dinlerin mensupları, Hz. Muhammed’e ve Kur’an’a inanıp “İslam milleti”ne girmedikçe iman etmiş sayılmazlar.


2 Hanımların hatibi: Esmâ bint Yezîd (r.anha)

Babası ile kız kardeşi sahâbî olan Esmâ (Fükeyhe bint Seken), Evs kabilesinin Abdüleşheloğulları’na mensuptur. Muâz b. Cebel’in (r.a.) halasının kızı olup Bey‘atürrıdvân’da Hz. Peygamber’e (s.a.s.) biat eden hanımlardandı. Esmâ’ya şöhret kazandıran olay onun kadınları temsilen, Hz. Peygamber’in huzuruna giderek veciz bir konuşma yapmasıdır. Bu konuşma sebebiyle Rasûl-i Ekrem tarafından takdir edilen Esmâ (r.anhâ), “hatîbetü’n-nisâ” lakabıyla anılmıştır. Esmâ, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) kadınların hayızdan ve cünüplükten nasıl temizleneceklerini sorması üzerine Hz. Âişe (r.anhâ), utanma duygusunun ensâr kadınlarının dinlerini öğrenmesine engel olmadığını söylemiştir. Onun, Hayber Gazvesi ile Mekke’nin fethine katıldığı, Yermük Savaşı’nda dokuz Bizans askerini öldürdüğü rivayet edilmektedir. Esmâ daha sonra Dımaşk’a yerleşti ve 30 (650) yılı civarında orada vefat etti. Onun rivayet ettiği 81 hadisin 55’i Müsned (VI, 452-461) ve Kütüb-i Sitte’de bulunmaktadır.




3 Dinin özü samimiyettir

Yüce dinimiz İslam’ın özü samimiyettir. Söz ve davranışlarımızın Allah katında değer kazanması, samimiyetimize bağlıdır. Samimiyet; Rabbimize gönülden iman etmek, hiçbir dünyevi karşılık ve menfaat beklemeden sadece Allah’ın rızasını amaçlayarak yaşamaktır. Müslüman, Cenâb-ı Hakk’a samimiyetle kulluk eder. “Sözlerin en güzeli” olan Kur’an-ı Kerim’e samimiyetle bağlanır. Kur’an’ın lafzını zihnine, hükmünü hayatına aktarmak için gayret eder. Resul-i Ekrem Efendimize sadakatle itaat eder. Derin bir sevgi ve samimiyetle onu örnek alır, onun gibi yaşamak için uğraşır. Allah Resulü (s.a.s) bir hadis-i şerifinde bizleri şöyle uyarmaktadır: “Allah sizin görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.” O hâlde, Rabbimizin katında iyi bir kul, halis bir Müslüman olmak istiyorsak temiz bir yüreğe ve samimi amellere sahip olalım. Allah’ın rızasını hayatımızın amacı hâline getirelim. O’nun gizli-açık her hâlimizi görüp bildiğini ve sadece samimiyetle yaptıklarımızı ödüllendirdiğini aklımızdan çıkarmayalım.


4 Timbuktu Camii

Timbuktu Medresesi olarak da bilinen Sankore Camii Timbuktu, Mali’de bulunan üç eski eğitim merkezinden biridir. Sankore’nin üç camisi: Sankore, Cingereybîr ve Sidi Yahya, Timbuktu Üniversitesini oluşturur. Sankore Camii, bünyesindeki medrese başta olmak üzere şehrin çeşitli yerlerindeki 180 medresede 25.000 öğrenciye ev sahipliği yapabilecek kapasitedeydi. Sankoré Mescidi, 700.000 el yazması ile dünyanın en büyük kütüphanelerinden birine sahip tam kadrolu bir medreseye dönüştürülmüştü. Böylece cami, yalnızca bir ibadet merkezi değil, aynı zamanda bir eğitim merkezi oldu. Bu yönüyle İslam Medeniyetinin önemli tarihi mirasıdır. Kâbe’nin boyutlarına uygun bir şekilde inşa edilen cami, her biri bir imam veya âlim tarafından yönetilen birkaç ayrı medreseye ayrılmıştı. Bu haliyle, modern yatılı lise sistemini anımsatan ilk örneklerden biridir. Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs başta olmak üzere İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinden çok sayıda âlim Timbüktü’ye geldi. Aynı yüzyılda Timbüktü’nün şöhreti Avrupa’da da yayıldı.


5 Kurban, Allah’a Yakınlaşma Vesilesidir

Hz. Âdem’den bu yana devam eden kurban uygulaması, bizi Allah’a yakınlaştıran ibadetlerden biridir. Kurbanın anlamı sadece bayram günlerinde hayvan kesmek değildir. Bilakis kurban; sadakatin, Allah’a itaat ve teslimiyetin bir göstergesidir. Müslümanlar, her kurban bayramında, Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in Allah’a mutlak teslimiyetlerinin hâtırasını tazelemiş olur. Hayatın böyle bir iman, teslimiyet ve samimiyet üzerine inşa edilmesi gerektiğini yeniden hatırlar. Kurban müminlere Allah rızası uğrunda paylaşma, ihtiyaç sahibine el uzatma alışkanlığı kazandırır. Diğerkâmlığını pekiştirerek onu cimrilikten, dünya malının esiri olmaktan kurtarır. Komşuları, akrabaları, dostları birbirine bağlar ve kaynaştırır. Binlerce kilometre uzaktaki iman kardeşleriyle yakınlaştırır, bütünleştirir, ümmet olmanın şuuruna erdirir. Tokluğa hasret kalmış insanların sofrasına bir lokma da olsa katkı sunabilmektir. İnancı ne olursa olsun, muhtaç olan herkesin imdadına koşmaktır.


6 Hakimler Hakimi: el-Hakem

En güzel isimler Allah Teâlâ’ya aittir. “Hüküm verme yetkisini elinde tutan, son hükmü verecek olan” anlamındaki “el-Hakem” ism-i şerîfi de O’nun bu güzel isimlerinden birisidir. Rabbimiz Allah, gerek mahlûkatı vücuda getirirken eşyanın tabiatında, gerekse insanları karanlıklardan aydınlıklara çıkartmak için indirdiği kitaplarda hükmüne yer vermiştir. Rabbimiz bütün âlemleri ilmiyle kuşatan, evrende her ne olup bitiyorsa hepsini ilmiyle, hikmetiyle, adaleti ve kudretiyle en baştan tasarlayan, hükmünü veren ve yaratandır. Zîrâ “Bir şeyi istediğinde, O’nun buyruğu ‘ol!’ demekten ibarettir; hemen oluverir.” (Yâsîn, 36/82) O, dünyanın nihayete erip ebedi olan ahiret hayatının başlayacağı hesap gününde ise nihâî hükmünü verecektir. Mümin; Allah’ın el-Hakem ismine, hüküm verme ve son sözü söyleme yetkisine, hiçbir kuşku duymaksızın iman etmeli, şairin ifadesiyle “hoştur bana senden gelen” diyerek her türlü işinde O’nun hükmüne gönülden rıza gösterip teslim olmalıdır.


7 Sağlık ve afiyet duası

İnsan, hayat vesilesi olan ruhu ve bedeniyle bir bütündür. Bu nedenle ruh ve beden sağlığı insan için başlı başına birer nimettir. İnsanın dünya ve ahiretteki saadeti, kendisine emanet edilen bu iki nimetin farkına varması, onları maddi ve manevi açıdan doyurup beslemesi, kötülüklerden esirgemesi ve hayır yolunda kullanması ile mümkündür. Kulluğun özü olan dua, ruh ve beden sağlığının korunmasında önemli bir manevi güçtür. Peygamberimiz, “Allah’ım! Verdiğin nimetin yok olup gitmesinden, lütfettiğin âfiyetin bozulmasından, ansızın vereceğin cezâdan ve senin gazabını üzerime çekecek her şeyden sana sığınırım.” (Müslim, Zikir, 96) şeklinde dua eder ve ashabına herhangi bir ağrı hissettiklerinde ağrıyan yerin üzerine ellerini koyup besmele ile “Allah’ın adı ile… Şu çektiğim acının şerrinden Allah’ın gücü ve kudretine sığınırım.” şeklinde dua etmelerini, sonra ellerini kaldırıp bu duayı üç beş defa tekrar etmelerini tavsiye ederdi.


8 Zorluklar karşısında mümin

Yaşadığımız hayat her zaman tek düze değildir. Bazen neşe, bazen hüzün kuşatır yüreğimizi. Bazen kolaylıkla yürürüz yolumuzda, bazen zorluk ve engellerle karşılaşırız. Ancak biliriz ki, bu hayatta yaşadığımız her olay kulluğun gereği, dünya imtihanının bir parçasıdır. Bizi zorluklar karşısında diri tutan en büyük gücümüz ise imanımızdır. İmanı bize lütfeden Rabbimiz; hayatın türlü sıkıntısı karşısında bize sabrı telkin etmiş, bir imtihanda olduğumuzu ve bu imtihanı vermeden bırakılmayacağımızı haber vermiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.s) zorluklar karşısında müminin duruşunu şöyle ifade etmiştir: “Müminin durumu ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır. Bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına sevinecek bir hâl geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64) O halde, mümin olarak bizlere düşen, imtihan karşısında umutsuzluğa kapılmadan daima gayretli, sabırlı ve dirençli olmaktır.


9 Rüyanın mahiyeti ve rüya tabiri

İnsanoğlunun temel vasıflarından biri; uyanıkken hayal, uykudayken rüya görmesidir. Rüyanın gizemli bir yönünün olduğu ve bunu öğrenmek için hemen herkeste bir merak bulunduğu ise bir gerçektir. İnsanın rüyasına yaşadıklarının etkisi olabileceği gibi meleğin ilhamıyla rahmanî rüyalar, şeytanın vesvesesiyle de şeytanî rüyalar görülebilir. Rüyaların gerçeğe yaklaşması mümkün de olabilir. Ancak bunun hangi çeşidinin ve ne kadarının gerçeğe yakın olduğunu bilmek çok kolay değildir. Zira peygamberler haricinde Allah’tan vahiy alan insan yoktur. Bu anlamda rüya, genel ve kesin bir hüküm ifade etmemekte, yapılan yorumlar ise çoğu zaman kişisel görüşten öteye geçmemektedir. Rüyalar, doğruluğunu kontrol etmek zor olduğu için bazen kötü niyetli insanların elinde bir istismar aracına dâhi dönüşebilmekte, insanlar madden ve manen zarar görebilmektedir. Bu nedenle kişi, rüyayı anlatırken ve yorumlarken çok dikkatli olmalı, kötü rüya gördüğünde Allah’a sığınmakla yetinmelidir.


10 Bereket Duası Okumak

Bereket, Allah’a teslimiyetle, kanaat ve şükürle, doğruluk ve dürüstlükle, tevazu ve tevekkülle elde edilir. Halk arasında “karınca duası” olarak da bilinen ve içeriğinde dine aykırı bir yön bulunmayan bereket duasını okumakta sakınca olmamakla birlikte bu duanın Hz. Peygamberden (s.a.s) rivayet edilen bir hadis olarak anlaşılması ve kazanç temin etmek maksadı ile okunması veya kullanılması dinen caiz değildir. Ancak ömrümüzün bereketi; iman, ibadet, salih amel ve güzel ahlaktır. Gönlümüzün bereketi Kur’an-ı Kerim’dir. Hanemizin bereketi ülfet, muhabbet ve merhamettir. Malımızın bereketi, zekât, infak ve sadakadır. Ticaretimizin bereketi, dürüstlük, alın teri ve helal kazançtır. Çalışmamızın bereketi, işimizin hakkını vermek ve özverili olmaktır. İlmimizin bereketi, öğrendiğimizle amel etmek ve bilgimizi paylaşmaktır. Zamanımızın bereketi onu heba etmemek, kıymetini bilip değerlendirmektir. Neslimizin bereketi İslam’a ve insanlığa hayırlı evlat yetiştirmektir.


11 İsfahan: Nısf-ı Cihan

İsfahan; İran’ın orta batı kısmında, yüksek ve genişçe bir yaylada Zâyenderûd nehrinin sol yakasında kurulmuş kadîm bir şehirdir. İslam medeniyetinin zevkini, asaletini asırlar öncesinden günümüze taşıyan bu şehir için XVII. yüzyılda itibaren “İsfahan nısf-ı cihan” (İsfahan dünyanın yarısı) ve “İsfahan nakş-ı cihan” (İsfahan dünyanın süsü) tabirleri kullanılagelmiştir. Tarihi M.Ö. 3000’li yıllara kadar uzanan şehir, Elamlılar’dan Sasaniler’e, Selçuklular’dan Safeviler’e kadar pek çok devletin yönetimi altında bulunmuştur. Şehir, Hz. Ömer (r.a.) döneminde Nihavend Savaşı’nın ardından fethedilerek İslam toprağı olmuştur (644). İsfahan’da Selçuklu dönemi eserlerinden Cuma Camii’nin yanı sıra altın çağını yaşadığı Safeviler döneminde pek çok âbidevî yapı inşa edilmiştir. Şah Meydanı, Mescid-i Şah, Âlî Kapu Sarayı, Kayseriyye Kapalı Çarşısı, Siyûse ve Khaju Köprüleri, Çehelsütun (40 Sütun) Sarayı ve Heştbeheşt (Sekiz Cennet) Bağı bunlardan yalnızca bir kısmıdır.


12 Kaza namazlarında sıra var mıdır?

Namaz, kelime-i şehâdetten sonra, İslam’ın üzerine kurulduğu beş esastan birincisidir. Bu sebeple namazların vaktinde kılınması çok önemlidir. Namazların vaktinde kılınmasına eda edilmesi, Vakti içinde değil de daha sonra kılınmasına kaza edilmesi denilir. Kur’an-ı Kerim’de vaktinde kılınamayan namazların kaza edilmesi ile ilgili olarak açık bir ifade olmasa da Sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) vaktinde kılamadığı namazları kaza ettiği ve ashabına da bunu tavsiye ettiği bilinmektedir. Kaza edilecek namazlar arasında sıra gözetilip gözetilmeyeceği bu namazları kılacak kimsenin durumuna göre değişir. Buna göre “sahib-i tertip” kimseler yani altı vakit veya daha fazla namaz borcu olmayanlar, vaktinde kılamadıkları ilk namazdan başlayarak sırayla kılarlar, ardından içinde bulundukları vaktin farzını kılarlar. Sahib-i tertip olanlar için bu sıraya uymak Hanefîlere göre vaciptir. Sahib-i tertip olmayanların ise kaza namazları için sıraya uyma zorunluluğu yoktur.


13 Mutlak adaletin yegane sahibi

Rabbimizin en güzel isimlerinden biri olan “el-Adl”, “çok âdil, asla zulmetmeyen, hakkaniyetle hükmeden, haktan başkasını söylemeyen ve yapmayan” anlamına gelir. Allah Teâlâ’dan başka gerçek ve mutlak adil yoktur. Çünkü her şeyi hakkıyla gören, işiten, bilen ve her şeye gücü yeten ancak O’dur. İnsan olmak noksan olmak demektir. Bütün sıfatlarda olduğu gibi adalet konusunda da mükemmel olmak sadece Allah’a mahsustur. İnsanlar unutabilir, arzu ve zaaflarına uyabilir, duygusal davranabilir... Ancak Rabbimizin “el-Adl” isminin bize kazandırdığı şuurla -bütün beşeri kusurlarımıza rağmen- hakkı ayakta tutmak ve kendi aleyhimize de olsa adaletin gereğini yerine getirmekle mükellefiz. Adaleti hayatının vazgeçilmez bir prensibi olarak kabul eden insan günlük yaşantısından tutun da inanç, ibadet ve amellerine varıncaya kadar her konuda ifrat ve tefritten korunur; ailesini, işini ve sosyal hayatını adaletle, af ve merhametle düzenler, asla haksızlık ve zulme meyletmez.


14 Alimler öncüsü fakih sahabi: Muâz bin Cebel (ra)

603 yılında Medine’de dünyaya gelen Muâz b. Cebel, henüz on sekiz yaşındayken İkinci Akabe Biati’ne katılarak Resûlullah’a bağlılık yemini eden Medineli ilk Müslümanlardandı. O günden sonra kendisini İslam’a adamış, dini en güzel şekilde öğrenme ve yaşama gayreti içerisinde olmuştu. Resûlullah’ın yanından ayrılmamaya özen göstermiş, yanı başında yürürken veya bineğinin terkisindeyken dahi ona merak ettiği hususlarda sorular yöneltmekten geri durmamıştı. Kur’an-ı Kerim’in tamamını ezbere bilen Muâz, Hz. Peygamber’in kendisinden Kur’an öğrenmeyi tavsiye ettiği dört mümtaz şahsiyetten biriydi. Sünneti çok iyi bilirdi. Peygamberimiz, Muâz’ın “kıyamet günü âlimlerin bir adım önünde yer alacağını” müjdelemiş, onu helal ve haramı en iyi bilen kişi olarak vasıflandırmıştı. Zira o, Resûlullah hayattayken fetva verebilen nadir insanlardandı. Rahmet Elçisi, onu hicretin dokuzuncu yılında zekât memuru ve kadı sıfatıyla Yemen’e görevlendirmişti.


15 Bir meclisten ayrılırken okunabilecek dua

Müslümanlar bir araya geldiklerinde mümkün mertebe dünya ve ahiretlerine faydası olacak konuşmalar yapar, her türlü lüzumsuz söz ve davranışlardan sakınırlar. Ayrılırken de helallik alır, dua eder ve istiğfarda bulunurlar. Kur’an-ı Kerim’de bizlere “Rabbim! Girilecek yere doğrulukla girmemi, çıkılacak yerden de doğrulukla çıkmamı sağla, bana tarafından yardımcı bir güç ver!” (İsrâ, 17/80) duası öğretilmektedir. Ayrıca sahabe-i kiramın bulundukları meclisleri terk etmeden önce Asr sûresini okudukları bilinmektedir. “Resûlullah (s.a.s.) ise şöyle buyurmuşlardır: “Kim, malâyânî (faydasız ve lüzumsuz) konuşmaların çok olduğu bir mecliste oturur da, oradan ayrılmadan önce şu duayı okursa, o mecliste işlemiş olduğu kusur ve günahları (kul hakları hariç) bağışlanır: Allah’ım! Seni her türlü noksan sıfatlardan tenzih ve hamdinle tesbih ederim. Senden başka ilâh olmadığına kesinlikle şehâdet ederim. Senden bağışlanmamı diler ve sana tövbe ederim.” (Tirmizî, De’avât 38)


16 Ahd-i Atik/ Ahd-i Cedid

“Eski sözleşme” ve “yeni sözleşme” anlamına gelen Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd, Kitab-ı Mukaddes için kullanılan bir deyimdir. Ahd-i Atîk’i hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar kutsal kitapları olarak kabuk ettikleri halde Ahd-i Cedîd sadece Hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilmektedir. Hıristiyanlar’a göre, Allah ile insanlar arasındaki son ahid (sözleşme) Hz. Îsâ vasıtasıyla yapılmış olandır. Bu yeni ahdin yazılı ifadesi olan metinlere Ahd-i Cedîd, daha önceleri Allah ile İsrâiloğulları arasında yapılan ahdi ihtiva eden metinlere de Ahd-i Atîk denilmiştir. Ahd-i Atik, Tevrat’tan alınan parçaları ihtiva etmektedir. Bunlar; Musa (a.s) indirilen ve Tevrat zannedilen 5 kitap, peygamber hakkında bilgileri içeren Neviim bölümü ve Davud (a.s.) tarafından yazıldığı zannedilen Mezmurları da ihtiva eden Ketuvim’dir. Ahd-i Cedid ise Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’nın yazdığı İncil kitaplarını, Luka’nın Resullerin İşleri kitabını ve Havariler ile Pavlos’un yazdıkları mektupları ihtiva etmektedir.


17 Mümin: Huzurlu Toplumun Teminatı

Bir toplumu ayakta tutan ve huzur içinde yaşamasını sağlayan en temel ilke adalettir.“Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz.” (Mâide, 5/8) ayeti, mümin olmanın hak ve adaletten yana olmayı gerektirdiğine işaret eder. Adalet aynı zamanda sosyal hayatın en önemli denge unsuru ve teminatıdır. Toplumda huzurun gerçekleşmesi için vazgeçilmez olan diğer bir ilke, güvendir. Mümin, inanan-inanmayan bütün insanlara güven telkin eder. Çünkü Allah Resûlü (s.a.s) onu şöyle tarif etmiştir: “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir. Mümin de insanların canları ve malları konusunda kendisine karşı emniyet hissettikleri kişidir.” (Tirmizî, İman, 12) Huzurlu ve güvenli bir toplum inşa etmenin bir diğer ilkesi de doğruluktur. Samimi ve dürüst olmak, mümin olmanın bir gereğidir. Bu bağlamda huzurlu, güvenli ve güçlü bir toplum inşa etmemenin temeli dinimizin ahlaki prensiplerini içselleştirmiş müminlerin sayısının artmasından geçmektedir.


18 İslam'da kardeşlik

Kardeşlik, diğerkâm olabilmektir. Kutlu Nebi’nin(s.a.s.); “Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek manada iman etmiş olamaz.” prensibine sıkı sıkıya bağlı kalmaktır kardeşlik. Duyarlı olabilmektir kardeşlik. Efendimiz (s.a.s.)’in ifadesiyle birbirimize muhabbet, merhamet ve şefkat gösterme hususunda tek bir vücut olabilmektir. Kardeşin kusur ve ayıbını örtmek, ayağına batan dikende dahi derdiyle dertlenebilmek, türlü sıkıntılara müptela olduğumuz şu imtihan dünyasında beraberce Allah rızasını aramaktır kardeşlik. Kardeşlik, kardeşin hakkına riayet etmek ve saygınlığına gölge düşürmemektir. Kardeşlik, Yaratan’ın bakışıyla insanı sevmektir. Yağmurun getirdiği rahmet gibi birbirimize rahmet olmaktır. Bir yerine binler olmaktır kardeşlik. Peygamberimizden gelen bir vefadır. Yıkık viranelerdeki mahcup edalı gariplere, kimsesiz gönüllere, yetimlere ve öksüzlere yürekten “kardeşim!” diyebilmektir. Teselli etmek, aynı zamanda teselli olmaktır kardeşlik.


19 Mümince bir duyarlılık: İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak

Müslümanın vazifesi sadece yasak fiillerden kaçınmakla bitmemektedir. Onun bir vazifesi de, Allah’ın haram kıldığı amelleri işleyen kardeşlerini bu davranış ve alışkanlıklardan vazgeçirmeye çalışmaktır. Yüce Allah’ın kitabında Müslümanlar için "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyilikle emreder, kötülükten nehyedersiniz...” (Al-i İmran Suresi 3/110) buyruğuyla vücut bulan bu vazife, dinimizde "Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l- münker” terimiyle ifade edilmektedir. Böyle olunca Mü’min sadece kendisini kurtarmakla iktifa edemez, cemiyetin de kurtulması, huzur ve sükuna kavuşması için gayret sarfetmesi, doğru yapılanları desteklemesi, yanlışlıkları ise usulü dairesince ıslaha çalışması vazifesidir. Zira toplumu tehdit eden felaketler eninde sonunda kendisini bu felaketten uzak durduğunu sananlara da bir şekilde dokunacaktır. Gemi battığı zaman sadece geminin altını oyanlar değil, bu iş ile ilgisi olmayanlar, yahut yapılanlara seyirci kalanlar da helak olacaklardır.


20 Cennet ehli

Cennet dünya bahçelerine benzeyen ancak eşsiz nimetleri insan idrakinden gizlenmiş olan ebedî saadet yurdudur.Mümin kullar için âhiret hayatında hazırlanmış mutluluk vesilelerinin hiç kimse tarafından hayal edilemeyeceğini ifade eden âyetin yanında (es-Secde 32/17) “Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer zihninin tasavvur edemeyeceği mutluluklar hazırladım” (Buhârî, “Tefsîr”, 32/1) kutsî hadisi bunu göstermektedir.Dünya hayatında beş duyunun algıladığı ve aklın kavrayabildiği alanlar tabiat şartlarıyla kayıtlıdır.Bu sebeple ayetlerde geçen cennet tasvirlerini insan idraki seviyesinin üzerinde bir hayal gücüyle değiştirerek algılamak gerekir.Nitekim bazı ayetler cennet ve nimetlerinin dünyadaki nimetlere benzerliğinden bahseder (Bakara 2/25; Muhammed 47/6). Cennet ehli bedenî ve ruhî bakımdan son derece güçlü ve yetenekli olacaklar, sonsuz lüks, sürekli barış ve huzur ikliminde yaşayacaklardır. Mükâfatları ise mânevî tatmin, Allah’ı görmek, O’nunla konuşmak ve bütün bunları içine alan bir ebedi hayat olacaktır.



21 Yüreğinde güzel sözler biriktiren bir genç: Ebu Said el-Hudri (ra)

Ölüm, ruhun bedeni terketmesidir. Allah’u Teala Kur’an-ı Kerim’de “Her nefis ölümü tadacaktır” ve “neticede bize döndürüleceksiniz” buyurmaktadır. Peki ölümden sonra ruha ne olmakta, ruh nereye gitmektedir? Kur’an-ı Kerim ve sahih dini kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla ruh diridir, kıyamete kadar da ya cennet bahçelerinden bir bahçede veya cehennem çukurlarından bir çukurda varlığını sürdürecektir. Bu bağlamda ruhun tekrar dünyaya dönmesi gibi bir durum da söz konusu değildir. Ölümle bedenden ayrılan ruh berzah alemine gitmekte, artık amel safhası kapanmış eksiklikleri tamamlama imkanı kalmamış ruh için hesap verme üzere bekleme dönemi başlamaktadır. Bu hususta Kur’an’da "Onlardan birine ölüm gelince: Rabbim, beni terkettiğim dünyaya geri çevir, belki yapmayıp noksan bıraktığımı tamamlar iyi işler yaparım, der. Hayır, bu kendi sözüdür. Diriltilecekler! güne kadar arkalarında (veya önlerinde) geriye dönmekten alıkoyan bir berzah (engel) vardır.” buyrulmaktadır. [Mü’minun,23/100.)


22 İnsan ölünce ruhu nereye gider?

Ölüm, ruhun bedeni terketmesidir. Allah’u Teala Kur’an-ı Kerim’de “Her nefis ölümü tadacaktır” ve “neticede bize döndürüleceksiniz” buyurmaktadır. Peki ölümden sonra ruha ne olmakta, ruh nereye gitmektedir? Kur’an-ı Kerim ve sahih dini kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla ruh diridir, kıyamete kadar da ya cennet bahçelerinden bir bahçede veya cehennem çukurlarından bir çukurda varlığını sürdürecektir. Bu bağlamda ruhun tekrar dünyaya dönmesi gibi bir durum da söz konusu değildir. Ölümle bedenden ayrılan ruh berzah alemine gitmekte, artık amel safhası kapanmış eksiklikleri tamamlama imkanı kalmamış ruh için hesap verme üzere bekleme dönemi başlamaktadır. Bu hususta Kur’an’da "Onlardan birine ölüm gelince: Rabbim, beni terkettiğim dünyaya geri çevir, belki yapmayıp noksan bıraktığımı tamamlar iyi işler yaparım, der. Hayır, bu kendi sözüdür. Diriltilecekler! güne kadar arkalarında (veya önlerinde) geriye dönmekten alıkoyan bir berzah (engel) vardır.” buyrulmaktadır. [Mü’minun,23/100.)


23 Dünyevileşmek: Geçici olana gönül vermek
Dünyevileşmek; kişinin Allah’ı ve ahireti unutarak büyük bir hırsla dünyaya sarılmasıdır. Rabbine karşı sorumluluklarını ihmal etmesi, tamamıyla dünyaya yönelmesidir. Dinî inanç, değer ve davranışları hayatından uzaklaştırmasıdır. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya malına düşkün olmasıdır. Halbuki Rabbimizin emir ve yasakları, dünyada sırat-ı müstakime, ahirette ise cennete ulaşmamıza vesiledir. Buna rağmen bazen bizler, dünya meşgalesine dalar, dinimizin hayat veren ilkelerini göz ardı ederiz. Peygamberimizin rehberliğinden ve örnekliğinden uzaklaşır, İslam’ın hayatımıza anlam katan etkisini yavaş yavaş kaybederiz. Geçici olana meyleder, dünya-ahiret dengesini kaybeder, dünyevileşiriz. Oysa Cenab-ı Hak bizleri bu fani dünyaya imtihan için göndermiştir. Müslüman elbette dünyası için çalışacaktır. Ama ahiretini de ihmal etmeyecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın sana verdiğinden O’nun yolunda harcayarak âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma...” (Kasas, 28/77) buyurmaktadır.

24 İmanın tadına ermek Allah ve Resulünü sevmek
Cenâb-ı Hakk’ın varlık âlemine ve ruhumuza nakşettiği en nadide duygu sevgidir. Sevgi; insanı Rabbine bağlayan, gönülleri birleştiren, hayatı anlamlı kılan eşsiz bir duygudur. Sevilmeye en çok layık olan hiç şüphesiz Allah Teâlâ’dır. Zira O “Vedûd”dur, sevgiyi yaratan, sevmeyi ve sevilmeyi insana öğretendir. Bütün sevgilerin kaynağı O’dur. Tüm kâinat, O’nun sevgi ve merhametiyle ayakta durmaktadır. Mümin, Rabbini şartsız ve sınırsız bir biçimde, ihlas ve ihtiram ile sever. Benzer şekilde Müminin yüreği, Allah Resûlü (s.a.s)’in sevgisiyle de doludur. Zira Peygamberimizi sevmek, bize onun ümmeti olma şerefini bahşeden Rabbimizi sevmenin gereğidir. Bu sebeple Allah ve Peygamber sevgisi imandandır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) bir hadislerinde şöyle buyurur: “Şu üç özellik kimde bulunursa o kişi imanın tadına erer: Allah ve Resûlü’nü herkesten çok sevmek, sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmek, ateşe atılmaktan nasıl korkuyorsa imandan sonra küfre dönmekten de öylece korkmak.” (Buhârî, Îmân, 9.)

25 Başı dara düşünce yalvarıp yakaran insanın , nimetler içinde nasıl nankörleştiğini  Hz. Ali (r.a.) şöyle anlatıyor :"Başı sıkıntıya düşünce insan Rabb'ini hatılayıp işlediği günahlara pişman olur . Fakat iyi olunca yine aynı kötü yolunda gitmekte tereddüt etmez . Afiyet içindeyken gururlanır , başına bir bela geline hemen ağlayıp sızlanmaya başlar . Gaflet içinde , iyi zannettiği dünya heveslerinde nefsi ona galip gelir Kendisi açıkça yanlışlığını bildiği işlerde nefsini engellemez , ancak başkasının ufak bir günahından dolayı ona hayıflanır . Kendisinin ufak bir ameline ise büyük mükafât bekler . Fakir olacak olursa karamsar olur , ümitsizliğe düşer . Fakat biraz servet elde edecek olursa kibirlenir , böbürlenir"

26 Nübüvvet ve risalet
Allah ile kulları arasında dünya ve âhiret hayatlarıyla ilgili ihtiyaçlarının giderilmesi için yapılan elçilik görevine nübüvvet denir. Risâlet kavramı da nübüvvetle eş anlamlı kabul edilmektedir. Ancak dinî literatürde daha çok nübüvvet tercih edilmiştir. Allah’ın elçi olarak seçip görevlendirdiği kişiye nebî veya resul denir. Âyetlerden anlaşıldığına göre Cenâb-ı Hak, insanlara yaratılıştan itibaren peygamberler vasıtasıyla doğru yolu gösteren vahiyler ve bunları içeren kitaplar indirmiştir. Hz. Mûsâ’ya hidayet kaynağı olarak Tevrat’ı, Dâvûd’a Zebûr’u, Îsâ’ya bunları tasdik eden İncil’i, Peygamberimize de (s.a.s.) geçmiş bütün nebî ve resullerin getirdikleri ilâhî kitapları tanıtıp doğrulayan Kur’an’ı indirmiştir. Peygamberler içlerinde yaşadıkları halkın diliyle ilâhî buyrukları tebliğ etmişlerdir. Bu tebliğde Allah’ın birliğine, ilâhî kitaplara, peygamberlere, meleklere ve âhiret gününe iman etmek, oruç tutmak, iyilik yapıp kötülükten sakınmak, adam öldürmemek, hırsızlık yapmamak, yoksullara ve yetimlere yardım etmek gibi temel ilkeler yer almıştır.

27 Biz insanı en güzel biçimde yarattık
İnsan yaratılmışların en şereflisi ve en mükemmelidir. Üstün niteliklerle ve güzel vasıflarla donatılmıştır. İnsan, yerlerin ve göklerin tek sahibi olan Yüce Allah tarafından mükemmel bir biçimde yaratılmıştır. Allah, insana dengeli ve ölçülü bir beden, canlılık kazandıran bir ruh, doğru ile yanlışı ayırt etmeye yarayan bir akıl ve hayatını anlamlı kılabilecek bir vicdan vermiştir. Gerçekten de insan, mahlûkat içinde mümtaz bir yere sahiptir. Gerek yaratılışı itibarıyla sahip olduğu akıl, irade, zekâ, tefekkür, muhakeme gibi kabiliyetler, gerekse yaşamı boyunca Allah’ın kendisine bahşettiği nimetler, ona yaratılmışlar içinde büyük bir şeref ve değer kazandırmıştır. Dolayısıyla insanın gerçek değeri, yaratılıştan elde ettiği özellikler ve ilahi nimetlere mazhariyeti yanında Yaradan’a, kendisine ve çevresine karşı taşıdığı sorumluluğa riayetiyle ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle insan, sorumluluk bilinciyle hareket ettiği oranda onurlu ve değerlidir.


28 İslam mimarisi ve şehirciliği
Müslümanların kendi medeniyet tecrübesi içinde ortaya koydukları mimari gelenek “İslâm mimarisi” olarak isimlendirilir. İslam mimarisi kendine özgü yönleriyle İslâm dininin ruhunda bulunan değerleri belirli biçim ve semboller halinde yansıtır. İslam sanatı ve mimarisinde en önemli hususlardan biri tevhit, diğeri ise insan fıtratının gözetilmesidir. Mimaride insani ölçülerin korunması, insan hayatını kolaylaştıracak unsurların öne çıkarılması İslam şehirlerinin en önemli özelliğidir. Bu nedenle İslam mimarları tarafından oluşturulan çevre Allah (c.c) tarafından yaratılan doğanın bir uzantısı gibidir. Klasik mimaride İslâm şehirleri, ulu camiin çevresinde yer alan çarşı ve dükkânlardan oluşur, çarşıların dış kısmından itibaren mahalleler yer alır. Camiler daima İslâm şehrinin odak yapıları olarak yönetim binaları, hatta saraylardan bile daha önemli konumda bulunur. Ayrıca evler komşunun mahremiyetine halel getirmeyecek, güneşini engellemeyecek şekilde inşa edilir.


29 MUHALEFETÜN Lİ'L-HAVADİS c.c.

Allah’ın [celle celâluhû] Zâtî Sıfatlarından Muhâlefetün li’l-Havâdis Sıfatı Bu sıfat, Allah’ın yaratılmış olan hiçbir şeye benzememesi demektir. Yüce Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur. O’na eşit ve denk olan hiçbir varlık yoktur. Zaten kadim, bâki ve bir tek olan varlığın sonradan olanlara benzememesi, yine O’nun bu sıfatlarının bir sonucudur ve O’nun yüce zatına mahsustur. Mükevvenat ve mümkünat (yaratılan ve yaratılabilen) dediğimiz şeyler değişir, başkalaşır, birbirine benzeyebilir ve sonunda yok olurlar. Neticede kâinatta var olan her ne varsa, her hal ve şekliyle asla Allah’a benzemez. İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyacı vardır. Örneğin mekâna, zamana, yiyip içmeye, gezip dolaşmaya, doğmaya, doğurmaya ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah’ın ise bunlardan hiçbirine ihtiyacı yoktur ve bu gibi sıfat ve hallerden de berîdir. Allah Teâlâ’nın zatının ve sıfatlarının hakikatini aklen tasavvur edebilmek ve ilâhî mahiyetini kavrayabilmek mümkün değildir.


30 Bereket: Manevi bolluk
İnsan için iyi ve hoş olan sürekli ve yararlı nimetlere bereket denilmiştir.Dağlar, yağmurlar, nehirler, ağaçlar, kayalar, madenler gibi yeryüzünün yararlı oluşunu sağlayan değerli şeyler, özellikle insanlar için gerekli olan gıdalar berekettir. Mübarek kelimesi de aynı kelime kökünden gelmektedir. İnsan için iyi ve faydalı olan şey demektir. Maddi yararların yanında bizlere manevi zenginlik kazandıran mübarek nimetler de vardır. Bazı hadislerde sahura kalkmanın, insanlara selâm vermenin ilâhî bir hayır ve feyiz kazandıracağı müjdelenmiştir (Buhârî, “Ṣavm”, 20). Bereket insanların hem dünyaya hem âhirete yönelik kazanç veya kayıplarını ilgilendirir. Mümin her türlü hayrın, nimet, bereket ve bolluğun Allah’ın kullarına bir ikramı olduğuna inanır; dua, niyaz ve dileklerinde daima O’na yönelir, her şeyi O’ndan ister, her hayrı O’ndan bekler. Böylece iç dünyasında güven ve huzura kavuşur. Fayda ve kârı Rabbine hakkıyla kulluk etmekte bulur. Onun bu inancı davranışlarına da yansıyarak kâmil bir insan olmasını sağlar.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder