Gostivar'dan Çanakkale'ye, oradan Gazze'de ’ İngiliz esaretine uzanan buruk bir gurbet hikâyesi. Savaşın yürek yırtan yadigârlarından sadece biri. Savaşın nabız vuruşlarını hissetmek için...
NASIR Ağabey’i Amerika’da tamdım. Taksi şoförlüğü yapıyordu ama sıradan biri değildi; gönül kalitesi her halinden belli oluyordu. Tam manasıyla feleğin çemberinden geçmiş bir insandı. Gostivar’da doğup büyümüş; memle- ketindeyken memurmuş, Türk konsolosluğunda çalışmış. Ana dili olan Türkçeden başka Arnavutça, Almanca, Rusça, Fransızca ve İngilizce biliyor. Çeyrek asırdır Amerika’da yaşıyor. Ama ruhu kökünden kopmamış. Dürüstlük ona dedelerinden miras kalmış. Ne komünistlik devrinde Yugoslavya, ne de kapitalizmin zirvesindeki Almanya etkilemiş onu. Birçok milletten iş arkadaşı olmuş ama Rusların etkisine, Fransızların cazibesine, Amerikalıların yakınlığına rağmen o hep kendisi olarak kalmayı başarmış ve inancım yaşamaktan asla uzaklaşmamış.
Çok sevdiği ve ecdat yadigârı bildiği memleketine, Makedonya’ya komünist diktatörlük hakim olunca
herkes “Eyvah!” demiş. Evet, bir kişi hariç herkes korkmuş. O da Nasır Bey’in dedesiymiş. “Şimdi ne olacak halimiz?” diye dertlenen dostlanna, “Korkmayın! Bu soytarılar bize bir şey yapamaz. Bize asıl zarar hep tngi- lizden gelir. Siz asıl ona dikkat edin!” dermiş. Dede, gün umur görmüş bir kahraman. Emekli malul gazi, topçu Binbaşı Abdülbaki Bey.Askerliğe Balkan Savaşlarıyla başlamış. Çanakkale’den geçmiş ve nihayet Gazze’den çıkmış. Dolayısıyla sözü sohbeti dinlenen, itibarı yüksek bir zat. Gostivar’m eşrafıyla sık sık toplanır, dertleşirlermiş. Konuşmalarında daima derin bir Osmanlı hüznü tüttürürmüş.
Devlet-i Âliye’nin Rumeli’den çekilişine inanamazlarmış. “Nasıl olur da, beş asır tulduklannı anlayıp derin bir hicrana düşmüşler.
Binbaşı Abdülbaki Bey’in beş erkek kardeşi varmış. Üç kardeşi Balkan Savaşları gazisi. Bunlardan Rahim ve Servet beyler daha sonra Yemen’de şehit olmuşlar. Diğer kardeşi Osman Efendi 11 yıl askerlik yapmış. Askerde hep borazancıymış. Bu sebeple dış guatr hastası olmuş. Inğilizlere esir düşmüş. Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra yapılan esir değişimiyle evine dönebilmiş.
Sonraki yıllarda boğazındaki şişlik çocukların dikkatini çeker ve “Amca, ne var orada, ne saklıyorsun?” derlermiş. Osman Efendi de “Oraya altın doldurdum. İnanmayan baksın!” diye cevap verirmiş. Çocuklar merakla ellerini uzatınca daha önce boğazının çukuruna sıkıştırdığı paralar yerlere saçılır ve tabii çocukların olurmuş.
Nasır Ağabey’in dedesi Abdülbaki Bey, Manastır Askerî İdadisi mezunu bir topçu subayı. Kumanova muharebesine katılmış, Rusların desteklediği Sırp-Karadağ isyanında kahramanca çarpışmış. Zor zamanlarda Mehmetçiğe moral vermiş: “Bunlar çapulcu, direnin! Dayanın!” diye naralar atmış. Topçu subayı olarak o kadar çok ateş etmiş ki, topun kızaran namlusuna kulağı değince yansı yanıvermiş.
Maalesef Osmanlı ordusu içinde düşmanlığa kadar varan siyasî anlaşmazlıklar komutanlan birbirine düşürdüğü için Balkan Savaştan hezimetle sonuçlanmış. Abdülbaki Bey de malul gazi olarak memleketine dönmüş. Gövdesi dönmüş ama aklı ve kalbi, o bir türlü hazmedemediği Balkan bozgununda kalmış.
Son kale: Çanakkale
İşte o günlerin birinde Çanakkale’nin zora düştüğü haberiyle sarsılmış. Sarsılmış ve şahlanmış, “Ben de Çanakkale’de olmalıyım!" demiş. Böylccc hem Balkan bozgununun intikamını almak, hem de ana vatanı, son kaleyi savunmak istemiş. Kararını ailesine açıklayınca evin büyüğü, dayanağı, direği olan anası Sümbül Hanım şiddetle itiraz etmiş:
“Salmam seni artık hiçbir yere!"
"Anam, savaştır hem de en dehşetlisinden, gitmem gerek!” cevabını vermiş.
“Oğul, sen vazifeni fazlasıyla yaptın. Gerisini de başkaları, daha genç, daha sağlam olanlar yapsın!" diye diretmiş anacığı.
“Olmaz anam" demiş Baki Binbaşı, "Ben askerim, böyle dehşetli bir savaşta, elim ayağım tutarken bir kenarda durup seyirci kalamam! Oğlum Sinan'ı da alıp Çanakkale’ye gideceğim.”
Bu karan anacığım daha da galeyana getirmiş:
“Olmaz oğlum, asla olmaz! Sen onca yıl askerlik yaptın. Yaralandın ve şükür gazi oldun. Bizi burada kime bırakıp gideceksin? İki ağabeyin Yemen’de kaldı. Osman düşman elinde esir. Sen de çekip gidersen, burada ne yapacağız? Hele Sinan, o senin tek evladın. Daha çocuk, 16 yaşında. Bırak o bari yanımızda bulunsun.”
Osmanlı Zabiti Abdülbaki Bey yaşlı anacığını muhabbetle kucaklar, öper, kırış buruş ellerine sarılıp yalvarır:
“Gitme! Ne olur, gitmeee!” diye yalvaran anacığına der ki:
“Gitmem gerek anam. Senin de burada emniyet ve huzur içinde olman için gitmem gerek. Çanakkale’yi koruyamazsak, seni de burada koruyamayız. Eğer Çanakkale düşerse İstanbul da düşer. Çünkü Çanakkale İstanbul’un kapısı. İstanbul düşerse bütün İslam dünyası biter.
Sarmaş dolaş ağlaşırlar. Biraz sükûnet bulunca anası der ki:
“Oğlum, bari Sinan bana kalsm, evin erkeği olarak başımızda bulunsun. Hatırım için.”
Abdülbaki Bey kıramaz anacığını ve bırakır Sinan’ını. Çünkü Makedonya OsmanlI’dan kopmuştur. Gostivar çoktan gurbet olmuş, üç senedir coğrafi sınırlarımızın dışında kalmıştır. Ancak gönül ve iman sınırlarımızın içinde, hem de tam merkezindedir.
Abdülbaki Bey ailesiyle helalleşir, vedalaşır ve kendisi gibi gönüllü bir grup arkadaşıyla birlikte yollara düşer.
Beklenmedik misafir
Birlikte geldiği gönüllüler Çanakkale’de kahramanca çarpışıp şehadet şerbetini içtiler. Ancak üçte biri kaldı geriye. Sağ ve sağlam olanlar güney cephesine, Filistin’e gönderildi. Abdülbaki Binbaşı da zor durumdaki Gazze cephesinde görevlendirildi. Orada da kahramanlaştı, orası yeni Çanakkale’si oldu Baki Binbaşı’nın. Derdi ki:
“Çanakkale’de Gazze’yi, Gazze’de de Çanakkale’yi savunduk. Her ikisinde çarpışırken de Gostivar’ı savunduk."
Ve bir gün bir ziyaretçisi çıkageldi. Bu beklenmedik misafir Arap Hanımefendi, 16 yaşındaki oğlu Na- sır’la birlikte gelmişti. Kadın dertliydi, hem de çok dertli:
“Kocam Osmanlı Ordusu’nda askerdi. Çanakkale’de şehit oldu. Oğlum Nasır onun bedeline Osmanlı askeri olacak ve sizinle birlikte çarpışıp hem babasının vazifesini tamamlayacak, hem de intikamını alacak ’
Abdülbaki Bey çok şaşırdı. Çünkü Nasır tam da oğlu Sinan’ın yaşınday- dı. Ve tıpkı onun gibi saf, tertemiz ve mahcup bir gençti. Bu yüzü yerde, ana kuzusu delikanlıya bakakaldı. Sonra da dedi ki:
“Bacım, düşünceniz ne güzel, ne asil! Seni de, oğlunu da tebrik ederim. Ancak Nasır askerlik için çok genç, hem de tek evlat. O size kalsın. Bizim çok güçlü, çok yiğit askerlerimiz var. Onlar senin kocanın da, diğer şehitlerimizin de intikamını Allah’ın izniyle alacaklardır.”
“Olmaz efendim" dedi kadın, “Oğlum dönmek için gelmedi. Babasının bıraktığı boşluğu dolduracak ve böylece onun ruhaniyetini razı edecek. Sağlığında da babasına söz vermişti zaten: Zor zamanında Osmanlıya. Halifemizin ordusuna hizmette bulunacak. Çok genç oluşuna bakmayın, güçlüdür, kabiliyetlidir. Umarım çok işe yarar ve iyi bir asker olur. Lutfen kabul ediniz."
Abdülbaki Bey ne kadar dil döktü ve ikna etmeye çalıştıysa da etkisi olmadı. Kadıncağız oğluyla vedalaşıp helalleşti ve “Emaneti evvel Allah si
zedir” diyerek Nasır’ı orada bırakıp uzaklaştı. Abdülbaki Bey, “Aramıza hoş geldin evlat" dedi.
Uzun uzun baktı ürkek ve çekingen delikanlıya. Ona baktıkça sanki Sinan'ını görüyordu. Bir süre düşündü ve kararım verdi. Nasır'ı cepheye sürmeyecekti. Karargâhta tutacak, geri hizmetlere verecek, kurye olarak kullanacaktı. Öyle de yaptı.
Nasır çok yetenekli bir çocuktu. Bir dediğini ikiletmiyor, verilen vazifeleri fevkalade bir dikkatle yerine getiriyordu. Ama daha da önemlisi, gün geçtikçe aralarında çok samimi bir gönül bağı kuruluyordu. Baki Bey ona: “Sen benim ikinci Sinan’ımsın" diyor. Nasır da onu manevi baba biliyordu. Sadece Baki Bey için değil, bütün tabur için sevimli bir maskot olmuştu. Zayıf ve kırık Türkçesiyle herkesin neşe kaynağıydı.
Çanakkale'nin intikamı
Şanlı direnişlerden sonra orantısız güçle donatılmış Ingilizlere karşı yapılan Gazze savunması çöktü. Mehmetçiklerden sağ kalabilenler esir düştü. Bu grubun içinde Binbaşı Abdülbaki Bey ile Nasır da vardı. Sağ kalan Çanakkale kahramanlan arkadaşları gibi şehit olmadıklarına üzüldüler. Çanakkale’den beri İngilizlerle çarpışıp durmuşlardı. Şimdi birikmiş hınçlarıyla lngilizler, Çanakkale kahramanlarına kim bilir neler yapacaklardı!
Binbaşı bu düşüncelerin ağırlığı altında ezilmekteydi. Nasır’a dedi ki:
“Bir mizansen uyduralım, bari sen kurtul bu esaretten. Mesela dersin ki, bu adam beni zorla alıkoyup burada çalıştırdı. Ben Osmanlı nez- dinde esirdim, kaçıp kurtulamadım."
Nasır böyle bir yalanla esirlikten kurtulmayı asla kabul etmedi. “Hayır” dedi, “Ben de Osmanlı askeriyim. Esirlikse esirlik. Size ne yapılacaksa bana da aynısı yapılsın. Siz bana burada babalık yaptınız. Kaderime razıyım. Yeter ki beni sizden ayırmasınlar.”
Abdülbaki Bey ne dedi, ne yaptıysa ikna edemedi. Sonunda esir kampına birlikte girdiler. Orada Binbaşının korktuğu başına geldi. Osmanlı Çanakkale’de esirlere ne kadar misafir muamelesi yaptıysa, lngilizler de o kadar gaddar ve acımasız davrandı. İçlerinde birikmiş bir hınçla Çanakkale’de kırılan gururlarının intikamını almak istiyorlardı.
Nasır eziyetlerin dışında tutuluyordu ama o Baki Bey için çok üzülüyordu. Çünkü ondan epeyce Çanakkale hatırası dinlemişti. Her hatırada Çanakkale şehidi olan babasmı tahayyül ediyor, hem hüzünleniyor, hem de savaşma arzusu coşuyordu. Bu sebeple o kahramanların ruh halini tahmin edebiliyordu. Hakaretler, itip kakmalar bir Çanakkale gazisi için ne kadar ağırdır, çok iyi biliyordu.
Bir gün kamp komutam olan İngiliz gelip bağırdı: “Çanakkale Savaşlarına katılmış olanlar ayağa kalksın!”
Ayağa kalkanları dışanya çağırdı. Nasır büyük bir merak içinde bekledi. Neden sonra kahramanlar koğuşlarına döndüler ama hallerini anlamak için arif olmaya gerek yoktu. Hepsi çok perişandı, lngilizler kendilerini Çanakkale’de rezil eden bu kahramanlardan fena intikam almışlardı. Kafese tıkılmış aslanlar gibiydiler.
Abdülbaki Bey hiçbir şey anlat
maz ama Nasır her şeyi anlamıştır. Ve tahmin eder ki, bu şerefsizlik devam edecektir. Gerçekten de en ağır hakaretler en çok Çanakkale gazilerine edilir. Bir süre sonra İngiliz alçaldığı sınır tanımaz hale gelir.
Esaretten kurtuluş
Nasır özellikle Abdülbaki Bey’in şahsında “Osmanlı insanTm çok iyi tanımış, onun haysiyet ve şerefine ne kadar düşkün olduğuna yakmdan şahit olmuştu. O kimlik ve kişilik timsali kahramanlar ya bir gün yapılanlara dayanamaz da karşılık verirlerse ne olur diye endişe etti. Böyle bir şeyi düşünmek bile istemedi.
Nasır’ın bildiğini Ingilizlerin bilmemesi mümkün müydü? Sanki Çanakkale gazilerinin sabırlarını sınıyor gibiydiler. Her fırsatta, her türlü maddi ve manevi işkenceyi fütursuzca uyguluyorlardı. Belki de onları büsbütün ortadan kaldırmak için böyle acımasızca davranarak isyana zorluyorlardı. Ayaklansınlar ve ölümü hak etsinler diye...
Nasır alenen yapılan alçaklıklara dayanamadı ve bir gün Baki Bey’e dedi ki:
“Artık çektiklerinize dayanamayacağım. Size yapılanlar bana çok ağır geliyor. Ben buraların çocuğuyum. Çevreyi de çok iyi bilirim. Yakın köylerde hısım akrabam da çok. Sizi buradan kaçıracağım. Lütfen kabul ediniz.”
Abdülbaki Bey bunun tehlikeli bir teşebbüs olduğunu söyledi. “Hiç olmazsa senin durumun iyi, yakalanırsak sana da işkence başlar. İşte asıl o zaman durum dayanılmaz olur. Yapma bunu!” dediyse de Nasır kabul etmedi:
"Siz hazırlanın ve dua edin, ben sizi buradan kaçıracağım inşaallah".
Anlaştılar ve Nasır bir akşamüstü sayımdan sonra esir kampından gizlice kaçtı. Seher vakti namaz hazırlığındaki Binbaşıya işaretini verdi. O da dualarla Nasır'm kesip kopardığı dikenli tellerden dışarı çıka. Ve getirdiği ata birlikte binerek hızla ve büyük bir heyecanla uzaklaştılar. Gün ağanncaya kadar atlan koşturdular. Nasır’m hısım akrabası olan köylerde haftalarca saklandılar. Sonunda İskenderiye’ye ulaştılar.
Abdülbaki Bey, Nasır’a dedi ki: “Evlat, Allah senden razı olsun. Fakat bu işin sonu yok. Ben epey emin yerlere geldim. Artık yollarımızı ayıralım. Sen de anacığına dön inşaallah, selametle.”
Nasır, “Olmaz, ben de sizinle geleceğim” dedi ama Binbaşı kabul etmedi. “Benim çok uzun bir yolum var, şimdilik sonu görünmüyor. Sen daha kısa yoldan hemen anneciğine dön ve onu koni" dedi.
"Gözüme sinek kaçtı"
Ayrılık zordu. Dakikalarca sarmaştılar, ağlaştılar. Nasır hıçkırıklarla sarsılarak Baki Bey’in ellerine sarıldı. Sonunda gövdeleri ayrıldı lâkin gönülleri baba-evlat gibi birbirine bağlı kaldı.
Baki Bey birçok zahmete katlanarak aylar sonra bir gemiyle Selanik’e gelebildi. Aslında İstanbul’a gelmeyi düşündü. Ancak bunu göze alamadı. Çünkü İstanbul İngiliz ve Fransız işgali alandaydı. Daha dört sene evvel, “Çanakkale geçilmez!” dedirttiğimiz düşmanların yönetimindeki İstanbul’u görmeye asla dayanamazdı. “Bu büyük hüznü yüklenemem” diyerek Selanik üzerinden Gostivar’a döndü.
15 yılda 150 yıla sığacak bir her- cümerci yaşamış olmanın ağırlığı ile geri kalan ömrünü memleketinde ailesiyle geçirdi. Gönlünde daima Çanakkale’nin iftiharı, Gazze’nin de derin hüznü vardı. Manevi evladı Nasır’ı da hiç unutmadı. Her vesileyle evladı gibi onu andı ve övdü, ona hayranlığım belirtti ve düşlerinde gördü. Gecelerce adını sayıkladı. Ve bir gün kendisine bir erkek torun müjdesi verilince de adını Nasır koydu.
Biz de bu hikâyeyi işte o torundan, şimdi yaşadığı Şikago’da dinledik.
Nasır Ağabey diyor ki:'
“Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk’ün emriyle yurt dışındaki gazilere de emekli maaşı bağlanmış. Ancak dedem kendisine bağlanan emekli maaşım kabul etmemiş. Demiş ki: ‘Bizim bu paraya ihtiyacımız yok. Şükür ki yeteri kadar malımız, mülkümüz, gelirimiz var. Zor şartlarda yeni kurulmuş olan devletimiz, madem zor şartlarda böyle bir parayı ayırmış, onu bize değil ihtiyaç sahiplerine versin.’”
Kendilerine maaş bağlanan gazilerin listesi halen Üsküp Büyükelçiliğimizdeymiş. Ama listedeki yiğitler o sırada coğrafi sınırlarımızın dışında kalmakla beraber, gönül sınırlan- mızın içinde, hatta tam ortasında olduklarım bu asil ve müstağni davranışlarıyla göstermişlerdi.
Abdülbaki Bey vefatına kadar hep Çanakkale’de ve Filistin cephesindeydi. Nasır Ağabey, “Biz dedemizin dizinin dibinde Çanakkale destanıyla ve Yemen türküsüyle büyüdük” diyor.
Abdülbaki Bey sıkça söylermiş Çanakkale türkülerini:
Çanakkale içinde sıra sıra kazanlar
Çıkmış Cemal Paşa asker hazırlar.
Bazen da gözyaşlanna hâkim otamayarak Yemen türküsünü söylermiş:
Burası Muş’tur, yolu yokuştur. Giden gelmiyor, acep ne iştir?
Muhakkak ki, Yemen’de şehit düşen kardeşleri Rahim ve Servet Efendiler de hüznünü derinleştirilmiş.
Torunları, “Dede ne oldu, niçin ağlıyorsun?" deyince de “Gözüme sinek kaçtı be komitacılar!” diye işi şakaya vurur, duygularını gizlermiş
Çanakkale’de Gazze’yi, Gazze’de Çanakkale’yi Savunduk 1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder