Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

24 Mart 2020 Salı

Çanakkale’de Gazze’yi, Gazze’de Çanakkale’yi Savunduk

Çanakkale’de Gazze’yi, Gazze’de Çanakkale’yi Savunduk


Gostivar'dan Çanakkale'ye, oradan Gazze'de ’ İngiliz esaretine uzanan buruk bir gurbet hikâyesi. Savaşın yürek yırtan yadigârlarından sadece biri. Savaşın nabız vuruşlarını hissetmek için...
NASIR Ağabey’i Amerika’da tamdım. Taksi şoförlüğü yapıyordu ama sıradan biri değildi; gönül kalitesi her halinden belli oluyordu. Tam manasıyla fele­ğin çemberinden geçmiş bir insandı. Gostivar’da doğup büyümüş; memle- ketindeyken memurmuş, Türk kon­solosluğunda çalışmış. Ana dili olan Türkçeden başka Arnavutça, Alman­ca, Rusça, Fransızca ve İngilizce bili­yor. Çeyrek asırdır Amerika’da yaşı­yor. Ama ruhu kökünden kopmamış. Dürüstlük ona dedelerinden mi­ras kalmış. Ne komünistlik devrinde Yugoslavya, ne de kapitalizmin zirve­sindeki Almanya etkilemiş onu. Bir­çok milletten iş arkadaşı olmuş ama Rusların etkisine, Fransızların cazi­besine, Amerikalıların yakınlığına rağmen o hep kendisi olarak kalma­yı başarmış ve inancım yaşamaktan asla uzaklaşmamış.
Çok sevdiği ve ecdat yadigârı bil­diği memleketine, Makedonya’ya komünist diktatörlük hakim olunca
herkes “Eyvah!” demiş. Evet, bir kişi hariç herkes korkmuş. O da Nasır Bey’in dedesiymiş. “Şimdi ne olacak halimiz?” diye dertlenen dostlanna, “Korkmayın! Bu soytarılar bize bir şey yapamaz. Bize asıl zarar hep tngi- lizden gelir. Siz asıl ona dikkat edin!” dermiş. Dede, gün umur görmüş bir kahraman. Emekli malul gazi, topçu Binbaşı Abdülbaki Bey.Askerliğe Balkan Savaş­larıyla başlamış. Çanakka­le’den geçmiş ve nihayet Gazze’den çıkmış. Dolayı­sıyla sözü sohbeti dinle­nen, itibarı yüksek bir zat. Gostivar’m eşra­fıyla sık sık toplanır, dertleşirlermiş. Ko­nuşmalarında daima derin bir Osmanlı hüz­nü tüttürürmüş.
Devlet-i Âliye’nin Rumeli’den çekilişine inanamazlarmış. “Na­sıl olur da, beş asır tulduklannı anlayıp derin bir hicra­na düşmüşler.
Binbaşı Abdülbaki Bey’in beş er­kek kardeşi varmış. Üç kardeşi Balkan Savaşları gazisi. Bunlardan Rahim ve Servet beyler daha sonra Yemen’de şehit olmuşlar. Diğer kardeşi Osman Efendi 11 yıl askerlik yapmış. Asker­de hep borazancıymış. Bu sebeple dış guatr hastası olmuş. Inğilizlere esir düşmüş. Mondros Ateşkes Antlaşma­sından sonra yapılan esir değişimiyle evine dönebilmiş.
Sonraki yıllarda boğazındaki şişlik çocukların dikkatini çeker ve “Amca, ne var orada, ne saklıyorsun?” derler­miş. Osman Efendi de “Oraya altın doldurdum. İnanmayan baksın!” diye cevap verirmiş. Çocuklar merakla el­lerini uzatınca daha önce boğazının çukuruna sıkıştırdığı paralar yerlere saçılır ve tabii çocukların olurmuş.
Nasır Ağabey’in dedesi Abdülbaki Bey, Manastır Askerî İdadisi mezunu bir topçu subayı. Kumanova muhare­besine katılmış, Rusların desteklediği Sırp-Karadağ isyanında kahramanca çarpışmış. Zor zamanlarda Mehmet­çiğe moral vermiş: “Bunlar çapulcu, direnin! Dayanın!” diye naralar atmış. Topçu subayı olarak o kadar çok ateş etmiş ki, topun kızaran namlusuna kulağı değince yansı yanıvermiş.
Maalesef Osmanlı ordusu içinde düşmanlığa kadar varan siyasî an­laşmazlıklar komutanlan birbirine düşürdüğü için Balkan Savaştan he­zimetle sonuçlanmış. Abdülbaki Bey de malul gazi olarak memleketine dönmüş. Gövdesi dönmüş ama aklı ve kalbi, o bir türlü hazmedemediği Balkan bozgununda kalmış.

Son kale: Çanakkale
İşte o günlerin birinde Çanakka­le’nin zora düştüğü haberiyle sarsıl­mış. Sarsılmış ve şahlanmış, “Ben de Çanakkale’de olmalıyım!" demiş. Böylccc hem Balkan bozgununun intikamını almak, hem de ana va­tanı, son kaleyi savunmak istemiş. Kararını ailesine açıklayınca evin büyüğü, dayanağı, direği olan anası Sümbül Hanım şiddetle itiraz etmiş:
“Salmam seni artık hiçbir yere!"
"Anam, savaştır hem de en deh­şetlisinden, gitmem gerek!” cevabı­nı vermiş.
“Oğul, sen vazifeni fazlasıyla yaptın. Gerisini de başkaları, daha genç, daha sağlam olanlar yapsın!" diye diretmiş anacığı.
“Olmaz anam" demiş Baki Bin­başı, "Ben askerim, böyle dehşetli bir savaşta, elim ayağım tutarken bir kenarda durup seyirci kalamam! Oğlum Sinan'ı da alıp Çanakkale’ye gideceğim.”
Bu karan anacığım daha da gale­yana getirmiş:
“Olmaz oğlum, asla olmaz! Sen onca yıl askerlik yaptın. Yaralandın ve şükür gazi oldun. Bizi burada kime bırakıp gideceksin? İki ağabe­yin Yemen’de kaldı. Osman düşman elinde esir. Sen de çekip gidersen, burada ne yapacağız? Hele Sinan, o senin tek evladın. Daha çocuk, 16 yaşında. Bırak o bari yanımızda bu­lunsun.”
Osmanlı Zabiti Abdülbaki Bey yaşlı anacığını muhabbetle kucak­lar, öper, kırış buruş ellerine sarılıp yalvarır:
“Gitme! Ne olur, gitmeee!” diye yalvaran anacığına der ki:
“Gitmem gerek anam. Senin de burada emniyet ve huzur içinde olman için gitmem gerek. Çanakka­le’yi koruyamazsak, seni de burada koruyamayız. Eğer Çanakkale dü­şerse İstanbul da düşer. Çünkü Ça­nakkale İstanbul’un kapısı. İstanbul düşerse bütün İslam dünyası biter.

Zira İstanbul bütün Müslümanların dayanağı ve güvencidir. Çanakkale korunamazsa hiçbir şeyimiz koru­namaz. Çanakkale savunması bütün Müslümanların savunmasıdır. Ça­nakkale ile birlikte her şey tehlike­de. Çanakkale son kale! Bundan dola­yı o bütün Müslümanların namusu, haysiyeti, şerefi! Çanakkale giderse verecek başka bir şeyimiz kalmaya­cak. Bu Çanakkale var ya, vatanın kilidi. Geçilirse büsbütün iflas ede­riz. O zaman sizleri alırlar bizden, ırz namus da gider. Yani senin anlayaca­ğın bir varlık yokluk meselesi bu. Mecburum gideceğim Çanakkale’ye. Sinan’ı da götüreceğim.”
Sarmaş dolaş ağlaşırlar. Biraz sükûnet bulunca anası der ki:
“Oğlum, bari Sinan bana kalsm, evin erkeği olarak başımızda bulun­sun. Hatırım için.”
Abdülbaki Bey kıramaz anacığı­nı ve bırakır Sinan’ını. Çünkü Ma­kedonya OsmanlI’dan kopmuştur. Gostivar çoktan gurbet olmuş, üç senedir coğrafi sınırlarımızın dışında kalmıştır. Ancak gönül ve iman sınır­larımızın içinde, hem de tam merke­zindedir.
Abdülbaki Bey ailesiyle helalleşir, vedalaşır ve kendisi gibi gönüllü bir grup arkadaşıyla birlikte yollara dü­şer.


Beklenmedik misafir
Birlikte geldiği gönüllüler Çanak­kale’de kahramanca çarpışıp şehadet şerbetini içtiler. Ancak üçte biri kaldı geriye. Sağ ve sağlam olanlar güney cephesine, Filistin’e gönderildi. Ab­dülbaki Binbaşı da zor durumdaki Gazze cephesinde görevlendirildi. Orada da kahramanlaştı, orası yeni Çanakkale’si oldu Baki Binbaşı’nın. Derdi ki:
“Çanakkale’de Gazze’yi, Gazze’de de Çanakkale’yi savunduk. Her iki­sinde çarpışırken de Gostivar’ı sa­vunduk."
Ve bir gün bir ziyaretçisi çıkagel­di. Bu beklenmedik misafir Arap Hanımefendi, 16 yaşındaki oğlu Na- sır’la birlikte gelmişti. Kadın dertliy­di, hem de çok dertli:
“Kocam Osmanlı Ordusu’nda as­kerdi. Çanakkale’de şehit oldu. Oğ­lum Nasır onun bedeline Osmanlı askeri olacak ve sizinle birlikte çarpı­şıp hem babasının vazifesini tamam­layacak, hem de intikamını alacak ’
Abdülbaki Bey çok şaşırdı. Çünkü Nasır tam da oğlu Sinan’ın yaşınday- dı. Ve tıpkı onun gibi saf, tertemiz ve mahcup bir gençti. Bu yüzü yerde, ana kuzusu delikanlıya bakakaldı. Sonra da dedi ki:
“Bacım, düşünceniz ne güzel, ne asil! Seni de, oğlunu da tebrik ede­rim. Ancak Nasır askerlik için çok genç, hem de tek evlat. O size kalsın. Bizim çok güçlü, çok yiğit askerle­rimiz var. Onlar senin kocanın da, diğer şehitlerimizin de intikamını Allah’ın izniyle alacaklardır.”
“Olmaz efendim" dedi kadın, “Oğ­lum dönmek için gelmedi. Babasının bıraktığı boşluğu dolduracak ve böylece onun ruhaniyetini razı edecek. Sağlığında da babasına söz vermişti zaten: Zor zamanında Osmanlıya. Halifemizin ordusuna hizmette bu­lunacak. Çok genç oluşuna bakma­yın, güçlüdür, kabiliyetlidir. Umarım çok işe yarar ve iyi bir asker olur. Lutfen kabul ediniz."
Abdülbaki Bey ne kadar dil döktü ve ikna etmeye çalıştıysa da etkisi olmadı. Kadıncağız oğluyla vedalaşıp helalleşti ve “Emaneti evvel Allah si
zedir” diyerek Nasır’ı orada bırakıp uzaklaştı. Abdülbaki Bey, “Aramıza hoş geldin evlat" dedi.
Uzun uzun baktı ürkek ve çekin­gen delikanlıya. Ona baktıkça sanki Sinan'ını görüyordu. Bir süre düşün­dü ve kararım verdi. Nasır'ı cepheye sürmeyecekti. Karargâhta tutacak, geri hizmetlere verecek, kurye ola­rak kullanacaktı. Öyle de yaptı.
Nasır çok yetenekli bir çocuktu. Bir dediğini ikiletmiyor, verilen va­zifeleri fevkalade bir dikkatle yerine getiriyordu. Ama daha da önemlisi, gün geçtikçe aralarında çok samimi bir gönül bağı kuruluyordu. Baki Bey ona: “Sen benim ikinci Sinan’ımsın" diyor. Nasır da onu manevi baba bi­liyordu. Sadece Baki Bey için değil, bütün tabur için sevimli bir maskot olmuştu. Zayıf ve kırık Türkçesiyle herkesin neşe kaynağıydı.

Çanakkale'nin intikamı
Şanlı direnişlerden sonra orantı­sız güçle donatılmış Ingilizlere kar­şı yapılan Gazze savunması çöktü. Mehmetçiklerden sağ kalabilenler esir düştü. Bu grubun içinde Binbaşı Abdülbaki Bey ile Nasır da vardı. Sağ kalan Çanakkale kahramanlan arka­daşları gibi şehit olmadıklarına üzül­düler. Çanakkale’den beri İngilizlerle çarpışıp durmuşlardı. Şimdi birikmiş hınçlarıyla lngilizler, Çanakkale kah­ramanlarına kim bilir neler yapacak­lardı!
Binbaşı bu düşüncelerin ağırlığı altında ezilmekteydi. Nasır’a dedi ki:
“Bir mizansen uyduralım, bari sen kurtul bu esaretten. Mesela der­sin ki, bu adam beni zorla alıkoyup burada çalıştırdı. Ben Osmanlı nez- dinde esirdim, kaçıp kurtulamadım."
Nasır böyle bir yalanla esirlik­ten kurtulmayı asla kabul etmedi. “Hayır” dedi, “Ben de Osmanlı as­keriyim. Esirlikse esirlik. Size ne yapılacaksa bana da aynısı yapılsın. Siz bana burada babalık yaptınız. Ka­derime razıyım. Yeter ki beni sizden ayırmasınlar.”
Abdülbaki Bey ne dedi, ne yaptıy­sa ikna edemedi. Sonunda esir kam­pına birlikte girdiler. Orada Binbaşı­nın korktuğu başına geldi. Osmanlı Çanakkale’de esirlere ne kadar misa­fir muamelesi yaptıysa, lngilizler de o kadar gaddar ve acımasız davrandı. İçlerinde birikmiş bir hınçla Çanak­kale’de kırılan gururlarının intikamı­nı almak istiyorlardı.
Nasır eziyetlerin dışında tutulu­yordu ama o Baki Bey için çok üzülü­yordu. Çünkü ondan epeyce Çanak­kale hatırası dinlemişti. Her hatırada Çanakkale şehidi olan babasmı ta­hayyül ediyor, hem hüzünleniyor, hem de savaşma arzusu coşuyordu. Bu sebeple o kahramanların ruh ha­lini tahmin edebiliyordu. Hakaretler, itip kakmalar bir Çanakkale gazisi için ne kadar ağırdır, çok iyi biliyor­du.
Bir gün kamp komutam olan İngi­liz gelip bağırdı: “Çanakkale Savaşla­rına katılmış olanlar ayağa kalksın!”
Ayağa kalkanları dışanya çağır­dı. Nasır büyük bir merak içinde bekledi. Neden sonra kahramanlar koğuşlarına döndüler ama halleri­ni anlamak için arif olmaya gerek yoktu. Hepsi çok perişandı, lngilizler kendilerini Çanakkale’de rezil eden bu kahramanlardan fena intikam almışlardı. Kafese tıkılmış aslanlar gibiydiler.
Abdülbaki Bey hiçbir şey anlat­
maz ama Nasır her şeyi anlamıştır. Ve tahmin eder ki, bu şerefsizlik devam edecektir. Gerçekten de en ağır haka­retler en çok Çanakkale gazilerine edi­lir. Bir süre sonra İngiliz alçaldığı sınır tanımaz hale gelir.

Esaretten kurtuluş
Nasır özellikle Abdülbaki Bey’in şahsında “Osmanlı insanTm çok iyi tanımış, onun haysiyet ve şerefine ne kadar düşkün olduğuna yakmdan şa­hit olmuştu. O kimlik ve kişilik tim­sali kahramanlar ya bir gün yapılan­lara dayanamaz da karşılık verirlerse ne olur diye endişe etti. Böyle bir şeyi düşünmek bile istemedi.
Nasır’ın bildiğini Ingilizlerin bil­memesi mümkün müydü? Sanki Çanakkale gazilerinin sabırlarını sınıyor gibiydiler. Her fırsatta, her türlü maddi ve manevi işkenceyi fü­tursuzca uyguluyorlardı. Belki de on­ları büsbütün ortadan kaldırmak için böyle acımasızca davranarak isyana zorluyorlardı. Ayaklansınlar ve ölü­mü hak etsinler diye...
Nasır alenen yapılan alçaklıklara dayanamadı ve bir gün Baki Bey’e dedi ki:
“Artık çektiklerinize dayanamaya­cağım. Size yapılanlar bana çok ağır geliyor. Ben buraların çocuğuyum. Çevreyi de çok iyi bilirim. Yakın köylerde hısım akrabam da çok. Sizi buradan kaçıracağım. Lütfen kabul ediniz.”
Abdülbaki Bey bunun tehlikeli bir teşebbüs olduğunu söyledi. “Hiç olmazsa senin durumun iyi, yaka­lanırsak sana da işkence başlar. İşte asıl o zaman durum dayanılmaz olur. Yapma bunu!” dediyse de Nasır kabul etmedi:
"Siz hazırlanın ve dua edin, ben sizi buradan kaçıracağım inşaallah".
Anlaştılar ve Nasır bir akşamüstü sayımdan sonra esir kampından giz­lice kaçtı. Seher vakti namaz hazır­lığındaki Binbaşıya işaretini verdi. O da dualarla Nasır'm kesip kopardığı dikenli tellerden dışarı çıka. Ve getir­diği ata birlikte binerek hızla ve bü­yük bir heyecanla uzaklaştılar. Gün ağanncaya kadar atlan koşturdular. Nasır’m hısım akrabası olan köyler­de haftalarca saklandılar. Sonunda İskenderiye’ye ulaştılar.
Abdülbaki Bey, Nasır’a dedi ki: “Evlat, Allah senden razı olsun. Fakat bu işin sonu yok. Ben epey emin yer­lere geldim. Artık yollarımızı ayıra­lım. Sen de anacığına dön inşaallah, selametle.”
Nasır, “Olmaz, ben de sizinle gele­ceğim” dedi ama Binbaşı kabul etme­di. “Benim çok uzun bir yolum var, şimdilik sonu görünmüyor. Sen daha kısa yoldan hemen anneciğine dön ve onu koni" dedi.

"Gözüme sinek kaçtı"
Ayrılık zordu. Dakikalarca sarmaş­tılar, ağlaştılar. Nasır hıçkırıklarla sarsılarak Baki Bey’in ellerine sarıldı. Sonunda gövdeleri ayrıldı lâkin gö­nülleri baba-evlat gibi birbirine bağlı kaldı.
Baki Bey birçok zahmete katlana­rak aylar sonra bir gemiyle Selanik’e gelebildi. Aslında İstanbul’a gelmeyi düşündü. Ancak bunu göze alamadı. Çünkü İstanbul İngiliz ve Fransız iş­gali alandaydı. Daha dört sene evvel, “Çanakkale geçilmez!” dedirttiğimiz düşmanların yönetimindeki İstan­bul’u görmeye asla dayanamazdı. “Bu büyük hüznü yüklenemem” di­yerek Selanik üzerinden Gostivar’a döndü.
15 yılda 150 yıla sığacak bir her- cümerci yaşamış olmanın ağırlığı ile geri kalan ömrünü memleketinde ailesiyle geçirdi. Gönlünde daima Çanakkale’nin iftiharı, Gazze’nin de derin hüznü vardı. Manevi evladı Nasır’ı da hiç unutmadı. Her vesiley­le evladı gibi onu andı ve övdü, ona hayranlığım belirtti ve düşlerinde gördü. Gecelerce adını sayıkladı. Ve bir gün kendisine bir erkek torun müjdesi verilince de adını Nasır koy­du.
Biz de bu hikâyeyi işte o torundan, şimdi yaşadığı Şikago’da dinledik.
Nasır Ağabey diyor ki:'
“Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk’ün emriyle yurt dışındaki gazilere de emekli maaşı bağlanmış. Ancak dedem kendisine bağlanan emekli maaşım kabul etmemiş. De­miş ki: ‘Bizim bu paraya ihtiyacımız yok. Şükür ki yeteri kadar malımız, mülkümüz, gelirimiz var. Zor şart­larda yeni kurulmuş olan devletimiz, madem zor şartlarda böyle bir parayı ayırmış, onu bize değil ihtiyaç sahip­lerine versin.’”
Kendilerine maaş bağlanan gazile­rin listesi halen Üsküp Büyükelçiliği­mizdeymiş. Ama listedeki yiğitler o sırada coğrafi sınırlarımızın dışında kalmakla beraber, gönül sınırlan- mızın içinde, hatta tam ortasında olduklarım bu asil ve müstağni dav­ranışlarıyla göstermişlerdi.
Abdülbaki Bey vefatına kadar hep Çanakkale’de ve Filistin cephesin­deydi. Nasır Ağabey, “Biz dedemizin dizinin dibinde Çanakkale destanıy­la ve Yemen türküsüyle büyüdük” diyor.
Abdülbaki Bey sıkça söylermiş Ça­nakkale türkülerini:
Çanakkale içinde sıra sıra kazan­lar
Çıkmış Cemal Paşa asker hazırlar.
Bazen da gözyaşlanna hâkim ota­mayarak Yemen türküsünü söyler­miş:
Burası Muş’tur, yolu yokuştur. Giden gelmiyor, acep ne iştir?
Muhakkak ki, Yemen’de şehit dü­şen kardeşleri Rahim ve Servet Efen­diler de hüznünü derinleştirilmiş.
Torunları, “Dede ne oldu, niçin ağlıyorsun?" deyince de “Gözüme sinek kaçtı be komitacılar!” diye işi şakaya vurur, duygularını gizlermiş

Çanakkale’de Gazze’yi, Gazze’de Çanakkale’yi Savunduk 1
Çanakkale’de Gazze’yi, Gazze’de Çanakkale’yi Savunduk 2

Çanakkale’de Gazze’yi, Gazze’de Çanakkale’yi Savunduk 3


















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder