Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

20 Nisan 2016 Çarşamba

TEBÜK GAZASI VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

TEBÜK GAZASI VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
   Hicreti Nebeviyyetin 9. senesi bizans ordusunun  geldiği haberi alınmış, bunun üzerine Rasülüllah Efendimiz müslümanları seferberliğe davet etmişti. Allah ve Resulü'nü canlarından ve mallarından çok seven sahabe-i kiram, ellerinde nesi varsa, getirip, ordunun hazırlanması için gayret ediyorlardı. Malının tamamını Allah yoluna bağışlayan ve "Ev halkına neyi bıraktın" sualine", "Allah ve resülünü bıraktım" cevabını veren Hz. Eb Bekir, «daha fazla veren ben olayım», düşüncesiyle hareket eden Hz. Ömer, kazandığı malın neredeyse tamamına yakının verecek kadar cömert davranarak, "Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlasın" duasına mazhar olan Hz. Osman, bütün gün çalış-masına mukabil kazandığı sadece bir ölçek hurmayı takdim eden, hatta başındaki sarığından başka Allah yoluna verecek bir şey bulamayan Allah ve Rasülüllah aşıklarının gayretleriyle, büyük bir ordu hazırlandı. Bunaltıcı sıcakta ve şiddetli kuraklığın yaşandığı bu zamanda, sefere çıkma cesaretini kendilerinde bulamayan münafıklar, fitne çıkararak, gazaya hazırlanan müslümanları caydırmak istediler. Bazıları ise müslümanların arasına ganimet almak maksadıyla katılmayı göze almış, fakat çok geçmeden sıkıntıya dayanamayıp geri dönmüşlerdi. Bu arada, müminlerle beraber ibadet etmekten ve Peygamber Efendimizin arkasında namaz kılıyor görünmekten sıkılan münafıklar, artık, başka bir mescitte toplanıyorlar, istedikleri gibi hareket edip, müslümanların aleyhinde kararlar alıyorlardı. Bir defasında, mescitlerine Peygamber Efendimiz' davet ettiler. Fakat onların bu faaliyetlerini, önceden gören ve tasvip etmeyen Rasulüllah Şimdi sefere çıkmak üzereyiz. inşâallah dönüşümüzde uğrarız cevabını vermişti. Münafıklar sefer dönüşü peygamber Efendimize gelerek, sözünü yerine getirmesini istediler. Fakat Cenab-ı Hak vahiy göndererek, bu mescide gitmesini yasaklayınca, Peygamber Efendimiz, mescidin yıkılmasını emrettiler. Münafıkların maksadını bilmeden, binanın inşası için, kereste yardımında bulunan Hz. Ebu  Lubabe, kendisi için yaptığı bir binada kullanmak üzere keresteleri geri aldı. Ancak bu keresteler ile yapılmış olan evde hiçbir canlının yaşayamadığı görüldü. Hz. Mücemmi, bu mescitte birkaç gün imamlık yapmıştı. Hz. Ömer zamanında, Kuba  halkı, onu imam olarak istemiş, fakat Halife, zikredilen sebeple buna  razı olmamış, sonra Hz. Mücemmi'nin özrünü beyan etmesiyle, kendisine ruhsat vermişti.
Herhangi bir mazereti olmadığı halde havanın verdiği rehavet ve ihmalkarlıkla müminlerden bazıları da sefere katılmamışlardı. Sefer esnasında Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu zatları teker teker sormuş, "herhalde mühim bir mazeretleri olduğu için katılamadılar" denilince teselli bulmuşlardı. Sefer bitmiş, Allah Resulü ve ordusu Medine-i Münevvereye dönmüştü. Peygamber Efendimiz, gazâya, mâzeretinden dolayı iştirak edemeyen müminlerin de, seferdeki mücahidler gibi, ecre nail olduklarını beyan buyurdu. Ancak gazadan kaçınan münâfıklara ve ihmalkarlara, yüz vermediler. Seksen kadar münafık gelip, hasta oldukları için sefere katılamadıklarını söylediler. Peygamber Efendimiz, her birine zâhirlerine göre hükmederek, iç âlemlerini Allahü Tealaya havale ettiler. ihmalleri yüzünden gazâya katılamayan müminler ise, pişmanlık ve sıkıntı içinde bulunuyorlar, Peygamberimize, ne söyleyeceklerini düşünüyorlardı. Ama yalan söyleyemezlerdi. Söylemediler de. Bu zatlardan Hz. Kab bin Malik, başlarından geçen o sıkıntılı hali şöyle anlatır: Rasülullah'ın huzuruna vardığım zaman, beni acı bir tebessümle karşıladı. Peygamberimize: "Ey Allah'ın Rasulü Şu anda kurtulmak için bir yalan söylesem, Allâhu Teala, onu meydana çıkarır ve Resulü de bana gadaplanır. Meşrû bir mazeretimin olmadığını itiraf ediyor ve affımı taleb ediyorum." deyince, "işte Ka'b, hakikati söy-ledi!" buyurdular. Benim gibi doğru söyleyen iki kişi daha çıkmıştı. Peygamber Efendimiz; evimize gidip, Allahü Teala'nın hakkımızdaki hükmü gelinceye kadar beklememizi emrettiler. Resulü Ekrem Efendimiz, halkı bizimle beraber olmaktan, görüşüp  konuşmaktan men etmişti. Biz de evlerimize kapanarak, gözyaşları içinde tevbemizin kabulü için yalvarıp durduk.  Ben diğerlerine nazaran daha genç olduğum için dışarı çıkıyordum.  Fakat beni gören müminler, her yerde yüzlerini asıyorlar ve nazarlarını başka tarafa çeviriyorlardı.  Artık dayanamadım, Allah Resulünün  huzuruna çıkıp, ona olan bağlılığımı arzettim. Fakat o susmakta devam etti.  Bir gün bir yabancının beni aradığını duydum. Bir mektup getirmişti.  ipek bir bez üzerine yazılmış yazıda "Sahibinin sana eziyet verici muamelede bulunduğunu duydum. Sen, bizim yanımıza gel. Layık olduğun ihsan ve iyiliğe kavuşursun" deniliyordu. Bu hadise üzerine  üzüntüm daha da ziyadeleşmişti. Ne hale düşmüşüm ki, bir kafir beni  kullanmak istiyordu
Bu şekilde kırk gün geçti. Sonra Resulüllah hanımlarımızdan uzak kalmamızı emretti. Bu arada diğer kardeşlerim de affedilmeleri için Cenab-ı Hakka yalvarıp göz yaşı döküyorlardı. Birinin ağlamaktan gözleri görmez olmuş, diğeri ise affedildin" müjdesi gelinceye kadar kalmak üzere kendini bir direğe bağlamıştı. Halktan tecrid edildiğimizin ellinci günü, hakkımızda inen "Ve geri  bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti . Yeryüzü genişliğine rağmen onlara dar gelmiş vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı" , yeryüzünün genişliğine rağmen bize dar geldiği, kalplerimizin kederden iyice sıkıldığı ve Allah Tealadan başka iltica edecek bir yer olmadığının idraki içinde bulunduğum bir anda, Sel Dağı tarafından birinin: "Müjde! Ey Ka'b" diye bağırdığını duyar duymaz, secdeye kapandım. Büyük bir ferah'lık ve huzura kavuştum. Allah Teala bizim tevbemizin kabülünü ayet-i kerimeleyle bildirmişti. Sevinç ve mutlulukla Allah Rasulülnün huzuruna varıp selam verdim. Selamıma neşe ile karşılık verdi. Sevincinden mübarek yüzü ay gibi parlıyordu. Beni tebrik ederek şöyle buyurdular: "Ya Ka'b Anandan doğduğundan  beri en hayırlı günün bu gündür"

HAZRETİ AİŞE VALİDEMİZ 
Rasulüllah Efendimiz (s.a.v) hicretten 7-8 ay sonra Hz Aişe validemiz ile evlendiler. Hazret-i Aişe, gayet iyi yetişmiş ve çok zeki idi. Aile terbiyesi çok mükemmeldi. Hazret-i Ebu Bekirin kızı ol-duğunu söylemek kafidir. Hazret-i Peygamberle evlenip, Hane-i Saadete girdiği zaman, Peygamberin zevcesi olan Hz. Sevde'nin yanı başındaki odasında ikamet etti. Hazreti Aişe'nin nişanı Mekke'de bitsetin onuncu yılında yapılmıştı. Hazret-i Aişenin evlendiği zaman yaşının on yedi olduğunu ablası Hz. Esmanın hal tercemesinden tabii olarak anlıyoruz. Eski terceme-i hal kitabları Hz. Esma'dan bahsederken diyorlar ki; "Hz. Esma, 100 yaşında olduğu halde hicretin 73. yılında vefat etmiştir. Hicrette 27 yaşındaydı." Hazret-i Aişe, ablasından 10 yaş küçük olduğuna göre, onun da hicrette tam 17 yaşında olması icab eder. O, Hazret-i Peygamberden önce Cübeyr'le nişanlanmıştı. Demek evlenecek çağda bir kızdı. Hazret-i Aişenin Peygamberimizle birlikte geçirdiği 9 senelik zevcelik hayatında nübüvvet feyzinden pek çok istifade ederek dinin inceliklerine nüfuz etmiştir. Hazret-i Aişe, İsIam'ın bihakkın medar-ı iftiharıdır. Çok hadis rivayet etmekle tanınmış olan yedi zattan biri odur. 2210 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Kendisi aynı zamanda Ashâb-ı kirâm'ın fukahasındandır. Bir çok meselede onun sözü hüccet tutulmuştur. Ashab büyüklerinden bazılarına çok ince iitirazları vardır. Akıl ve zekasını yerinde kullanır. ilmi dirayeti birçok erkeklerden daha üstündür. Onun parlak zekasına hayran olmamak kabil değildir .

ONSEKİZİNCİ ASIRDAKİ KADIN HEKİMLERİMİZ 
1774 den 1789 tarihine kadar 15 sene, 2 ay, 17 gün saltanat sürmüş olan Birinci Abdulhamid devrinde Fransa'nın Izmir Baş Konsolosluğunda bulunmuş ve yıllarca Türkiye'yi inceleyip çeşitli eserler neşretmiş olan (M. de Peyssonel) in (lettre sur les Memoires de M.le Baron de Tott) ismindeki eserinin 1785 Amsterdam baskısının 105 inci sayfasında mühim bir hastalık geçirmiş olan Birinci Abdulhamid'in teda

visinde erkek doktorlar kadar kadın hekimlerimizin de büyük muvaffakiyet göstermiş olduklarından bahsedilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder