Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

2 Ekim 2025 Perşembe

Abdest yüz sağlığına zararlı mı?


Soru Detayı

- Abdestin faydaları nelerdir?

- Günde 5 defa abdest almak yüzümüze ve kulağımıza zarar verir mi?

- Namaz için günde en az 3 kere olmak üzere en az 12 defa yüzümüzü yıkıyoruz. Ama bilimsel olarak tüm profesörler uzmanlar (farklı söyleyen yok her kesimde ülkede) günde en az 2 defa olmak üzere bu sayeyi geçmemelerini söylüyorlar. (tabii terleme gibi özel durumlar haricinde) şimdi abdest almak zararlı olmuş da olamaz.

- Ve İslamın emrettiği çoğu şey de bilimsel kanıtlı olarak faydalı oluyor ama her nedense bu durumda böyle bir şey oluyor.


Cevap

Her şeyden önce abdest bir ibadettir ve Allah tarafından emredilmiştir. İnsanı yaratan da Allah olduğuna göre, demek ki abdestin insan için hem dünyevi ve hem de ahirete bakan faydaları vardır. Bu faydaların bir kısmını ilimle tespit mümkündür. Her geçen gün bu faydaları bilimsel çalışmalarla daha iyi anlaşılıyor.

Yapılan bilimsel çalışmalarda abdest ve namazın sindirim, solunum ve dolaşım sistemlerinin çalışmasına büyük katkı sağladığı; asfeksi, nevroz, trahom, sırt ağrıları ve kabızlık vd. hastalıklara iyi geldiği bilimsel olarak ispatlanmıştır.

Namaz ve abdestin maddi faydaları yanında manevi faydaları da vardır.

Ancak hepsini nasıl bileceğiz? Özellikle ahirete bakan fayda ve sevaplarını bilebilmek zordur. Bu konuda felsefecileri ve bazı ateistleri dinlediğimiz kadar Allah’ı ve Peygamber (asm)'ini de dinlemeliyiz. 

İşte bir hadislerinde Peygamberimiz (asm) abdest hakkında şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz ki benim ümmetim, kıyamet gününde, abdest izlerinden dolayı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlak olarak çağırılacaktır. Yüzünün nurunu artırmaya gücü yeten kimse bunu yapsın.” (Buhârî, Vudû 3)

İnsan vücudunda hastalık ve yaralanma varsa o zaman zaten İslamiyet onun üzerini mesh etmeyi tavsiye ediyor. Bir kimsenin kulağında mantar teşekkül etmişse, ona göre doktor tavsiyesiyle hareket edebilir. Yoksa normal vücut azaları abdestle hasta olmaz.

Abdest, yüce Allah’ın emirlerini yerine getirmek için huzuruna çıkmaya hazırlıktır. Namaz için, Kur’an’ı okumak için, tavaf için hazırlıktır. Abdest, bazı organların yıkanması gibi sadece dış temizlikten ibaret değildir, maddi ve manevi kirlerden arınmadır.

Abdestin İlmî Olarak İspatlanan Faydaları:

1. İnsan vücudu üzerinde yaklaşık 700 Biyolojik Aktif Nokta (BAN) bulunur. Bunlardan 66 tanesi “Agresi Noktası” olarak adlandırılan ekstra aktif noktalardır. 66 Agresi noktasından 61’i abdest azalarında yer almaktadır. Abdestte azalar yıkanırken BAN faaliyete geçer, agresi noktaları denge kazanır. Bu sebeple abdestteki sırayı bozmamaya özen göstermek gerekir.

2. Yüz yıkanırken mide, bağırsaklar, safra kesesi, idrar yolları, sinir sistemi uyarılmış olur.

3. Kollar yıkanırken bağırsaklar, kalp, akciğerler, idrar yolları ve kan dolaşımı uyarılır.

4. Kulaklar, yaklaşık 100 BAN’ın yer aldığı ve hemen hemen bütün organlarla bağlantılı olan bir komuta merkezidir. Kulaklar mesh edilirken bütün organlar uyarılmış olur.

5. Ayaklar yıkanırken hormon dengesini sağlayan, büyümeyi kontrol altında tutan hipofiz, böbrekler ve hemen hemen bütün organların faaliyetini etkileyen BAN uyarılır.

6. Abdestte akupunktur noktalarının uyarılmasıyla vücutta enerji ve kan dolaşımı kolaylaşır, vücudun direnci artar, bağışıklık sistemi güçlenir. Ateş yükselince soğuk su ile abdest almak, ateşi 1,5-2 derece kadar düşürür.

7. Abdest tansiyonu düşürür, baş ağrısını hafifletir, uyuklamayı, yorgunluğu ve öfkeyi giderir. Soğuk su kullanmak, abdestin ve guslün faydalarını artırır. Peygamberimiz ashabına abdest için ılık su tavsiye ederdi.

8. Her abdestte misvak kullanmak çok önemlidir. Misvak dişlerden ziyade diş etleri için önemlidir. Çünkü her bir dişin dibinde farklı organlarla bağlantılı ikişer akupunktur noktası bulunur.

9. Misvak akupunktur noktaları vasıtasıyla, dişetlerine 28 sinirle bağlanan beynin, 5 duyu organı ve sinüslerin, kasların, iç organların ve üreme organlarının görevini dengeler.

10. Misvak kaslarda ağrıyı azaltır, dişeti hastalıkları ve diş çürümelerini önler. Ağızdaki zararlı mikropları öldürür, faydalıların yaşamını kolaylaştırır, akıl sağlığını ve hafıza kuvvetini son nefese kadar korur. Misvağın etkisi kullanıldıktan sonra 48 saat süreyle devam eder. Misvak kullanmak sünnettir.

11. Her gün, el yüz ve ayaklarımız pek çok yere temas ediyor. Bu temasla pek çok mikrop el ve ayaklarımıza bulaşır. Günde beş defa elleri, yüzü ve ayakları yıkamak bizi mikroplardan temizler.

12. Ağız ve burnumuz mikropların vücudumuza girdiği en önemli yerlerdendir. Buraların sık sık temizlenmesi bizleri mikroplara karşı korur.

13. Yüzün yıkanması da cildi kuvvetlendirir, baştaki ağırlığı ve yorgunluğu hafifletir. Damarları ve sinirleri harekete geçirir. Devamlı abdest alanın, yaşlansa bile, yüzündeki güzellik, tazelik gitmez.

14. Gusülle vücut eski zindeliğini kazanır. Vücudu belirli aralıklarla yıkamak, koruyucu hekimlik yönünden çok önemlidir. Dinimiz, bekâr da olsa, her cuma günü gusletmeyi emretmektedir.

15. Vücutta bir statik elektrik dengesi vardır. Bu elektrikî yük, öfkelenince normalin 4 katına, cünüp olunca 12 katına çıkar. Günümüzde kızılötesi ışınlarla dış derinin fotoğrafları çekilmiş, bu fotoğraflarda, ilişkiden sonra, vücudun bütün yüzeyinin fazla statik elektrik tabakasıyla örtüldüğü tespit edilmiştir. Yıkanınca su zerreleri, olumsuz elektrik gerilimini alarak, vücudu topraklayıp, yeniden normale döndürüyor. Bu açıdan gusül, tıbbî yönden de, yapılması gereken bir temizliktir.

16. Abdest ve gusül, vücudun kan dolaşım mekanizmasına katkıda bulunduğu gibi, kan yapımında görev yapan lenf sisteminin uyarılıp harekete geçmesine de yardımcı olur.

17. Toprakla yapılan teyemmüm de vücuttaki statik elektriği büyük ölçüde yok eder.

18. Ayakların gün boyu beli aralıklarla yıkanması varis oluşumunu engeller.





Peygamberimiz abdesti kimden öğrendi?

Soru Detayı

- Abdest Ayetinin nüzulünden önce abdest alındığına dair hadislerin sıhhati nedir?

- Aşağıdaki hadisler haricinde bu konuda başka hadisler var mı?

- Übeyy İbn Kab’ın şöyle dediği rivayet olunmuştur:

“Resulullah su istedi ve abdest uzuvlarını birer defa yıkayarak abdest aldı. Sonra buyurdu ki: ‘Bu, kişinin öyle bir abdestidir ki onu almazsa Allah, hiçbir namazını kabul etmez.’ Bundan sonra o, uzuvlarını ikişer defa yıkayarak abdest aldı ve şöyle buyurdu: ‘Bu, kişinin öyle bir abdestidir ki onu aldığı zaman Allah iki kat sevap verir.’ Daha sonra o, uzuvlarını üçer defa yıkamak suretiyle abdest aldı ve sonra şöyle buyurdu: ‘Bu, benim ve benden önceki Resullerin abdestidir.’ (İbn Mâce, Tahâret, 47)

- Hadisin Ahmed b. Hanbel rivayetinde bu son cümle “Bu, benim ve benden önceki nebilerin abdestidir.” şeklinde yer almaktadır. (Ahmed b. Hanbel, 2/98.)

- Üsâme b. Zeyd’in, babası Zeyd b. Hârise’ye dayanarak rivayet ettiği bir başka hadise göre abdest ve namaz, ilk gelen vahiyle birlikte Cebrail Aleyhisselâm tarafından Nebimize öğretilmiştir. (Ahmed b. Hanbel, 4/161)


Cevap

- Burada abdestin önceki peygamberlerin abdesti olduğu hem de Cebrail'in öğrettiği söyleniyor, hangisi doğru?

Öncelikle ifade edelim ki, bu iki rivayet birbirine aykırı değildir. İkisi de doğrudur. Çünkü Hz. Peygamber (asm) Efendimize abdesti öğreten Hz. Cebrail (as)’dir. Ancak aynı abdest bizden önceki peygamberlerde de olduğundan dolayı, Peygamberimiz bu bilgiyi de bize haber vermiştir.

Demek ki, abdesti uygulamalı olarak gösteren Hz. Cebrail (as)’dir. Ayrıca Peygamberimiz (asm), abdestin diğer peygamberlere de aynı şekilde öğretildiğini bildirmiştir.

Bununla beraber, M. Fuad Abdulbaki, İbn Mace’nin rivayetinin zayıf olduğunu bildirmiştir. (bk. İbn Mace h.no: 420)

Hafız Heysemi de İbn Mace’nin rivayet ettiği hadis için zayıf demiştir. (bk. Mecmau’z-Zevaid, 1/231)

Hadisin Ahmed b. Hanbel rivayetinde bu son cümle “Bu, benim ve benden önceki nebilerin abdestidir.” şeklinde yer almaktadır, ifadesinin konuya bir katkısı yoktur. Zira İbn Mace’deki rivayetten farkı birinde “resuller” diğerinde “nebiler” sözcüğüdür.

Hz. Peygamber (asm)'in abdest almayı Mekke’de iken Alak suresi nazil olduğu sırada Hz. Cebrail (as) tarafından kendisine namaz gibi abdesti de öğrettiğine dair pek çok rivayet vardır. Bazı alimlerin dediği gibi, münferit olarak zayıf da olsa bunların birbirini desteklemesi bu işin bir aslının olduğunu göstermektedir.

Abdestsiz namaz olmadığına ve namaz da ilk defa Mekke’de kılındığına göre, bu rivayetin aklı, vicdanı tatmin eden yönlerinin bulunduğunu söylemek mümkündür.

Özetle, rivayetlerden biri abdestin uygulamasının öğretilmesidir, bunu Hz. Cebrail (as) yapmıştır. Diğeri de geçmiş peygamberlerde de abdestin var olduğunun haber verilmesidir, bu da geçmişten bilgi vermektir, abdesti öğrenmek değildir.

Ömür boyu cünüp kalmak diye bir şey var mı?

Soru Detayı

- Halk arasında dolaşan “ters ilişki yapan ömür boyu cünüp kalır” cümlesi doğru mu? Böyle bir şey gerçekten var mı?

- Bir kimse karısıyla ters ilişkiye girse, gusül alsa bile ömür boyu cünüp mü kalır?


Cevap

Bu söz doğru değildir, aslı yoktur.

Ters ilişki (anal yollan cinsellik) haram olmakla birlikte, ömür boyu cünüp kalmak olmaz. Bir defa gusül almakla cünüplük gider.

Ayrıca bu günahtan kurtulmak için samimi olarak tövbe edilmesi gerekir.

Dişteki pırlanta gusül abdestine engel mi?

Soru Detayı

- Genç yaşta dişime pırlanta taktırdım şu an 37 yaşındayım pırlanta hala dişimde mevcut diş doktoru bunu çok önceki yıllarda dişi dolgu gibi açıp üstüne koyup sabitledi.

- Diş pırlantası gusülle ya da abdeste engel mi?


Cevap

Başta, dişinizde çürük vb. olmadığı halde bunu yaptırmanız caiz değildi. Bundan dolayı tövbe edin.

Yaptırınca sökmek dişe zarar verirse sökülmez, abdeste ve gusle de zarar vermez. Bu şekilde alınan abdest de gusül de geçerlidir.



Abdest suyunu teberrük etmek caiz mi?

Soru Detayı

- Peygamberimiz abdest alırken akan suyu sahabeler üzerlerine mi sürüyorlardı?

- Bazı hocaların anlattığına göre Sahabeler peygamberimizin abdest aldığı suyu, burnundan çıkanları üzerlerine sürüyorlardı. Bunun gerçeği nedir?

- Peygamberimizin böyle bir buyruğu ya da tavsiyesi var mıydı?

- Peygamberimiz tamamen temiz bir insandı tabii ki ama ben bir sahabenin peygamberimizin burnundan çıkanı üstüne sürdüğünü düşününce istemsiz olarak iğreniyorum. Bende olan bu iğrenme hissiyle ben peygamberimize saygısızlık etmiş mi oluyorum?

Cevap

Peygamberimizin (asm) böyle bir tavsiyesi asla yoktur; buna benzer (insan tabiatına iğrenç gelen) şeyleri içenlere ise "Bir daha yapmayın." buyurmuştur.

Hayız döneminde kadının bedeni pis mi, iş yapması günah mı?

 Soru Detayı

- Kadının aybaşı, hayız ya da âdet dönemi dedikleri durumları var. Bu durumdayken kadının pis olduğu ve iş yapmasının da doğru olmadığı şeklinde bazı bilgiler duydum, bunlar doğru mu yoksa hurafe mi?

- Eğer hurafe ise, buna benzer başka hurafeler var mı?


Cevap

Bunlar hurafedir, aslı astarı yoktur, eğer İslam adına söyleniyorsa, Allah’a ve Elçisine iftiradır, en büyük günahlardan biridir.

Allah Teâlâ’nın “Âdem’in kızlarına yazmış olduğu bir hâl” olan hayız, yaşanması gereken doğal sürecinden koparılmış ve bazı toplumlarda bir tabu haline getirilmiştir.

Bir kısım Müslümanların da zihnine ve hayatına sokulan hayız dönemi ile ilgili hurafe örneklerinin önemli bir kısmı, bu dönemde kadınların tenlerinin pis kabul edilmesi ile ilgilidir. Bunlardan bizim ulaşabildiğimiz örnekleri şöyle sıralamamız mümkündür:

- Hayızlı kadın çamaşır yıkayamaz, hamur yoğuramaz, yoğurt mayalayamaz, turşu kuramaz, eğer kurarsa turşusu tutmaz(1) ya da hayızlı kadın akşam ezanından sonra küpten turşu çıkarırsa o turşu bozulur.(2)

- Hayızlı gelin mutfağa gitmez, yemekleri kaynana yapar.

- Hayızlı kadınlarla birlikte yemek yenmez, onlarla aynı yatakta yatılmaz.(3)

- Hayızlı kadın, tarla ve bahçeye gidemez,(4) sebze bahçesinden geçerse sebzeleri kurutur.(5)

Hayızlı kadının pis kabul edilmesi inancı, lohusa kadınlar için de oldukça yaygındır.(6)

- Lohusa da adetli kadın gibi kışlık, salça ya da tarhana yapamaz, turşu kuramaz, hatta açılmış bir turşunun içine elini soktuğunda o turşunun bozulacağına inanılır.(7) Lohusa kadın kırkı çıkana kadar yemek pişiremez,(8) elini hamura süremez.(9)

İlkel toplumlarda da hayızlı kadınların başkalarıyla yemek yememesi, bazı yiyeceklere dokunmaktan kaçınması, sığır ve av hayvanlarından uzak durması hatta âdet dönemi için yapılmış özel kulübelerde kalması gibi uygulamalar mevcuttur. Hayız kanının tehlikeli bir şey olarak görülerek özellikle erkeklerin hayızlı kadınlardan kendilerine zarar geleceğine inanmaları gibi ilginç durumlar yaşanmış ve yaşanmaktadır.(10)

Burada açıkladığımız batıl ve hurafe inançların İslâm dini açısından kabul edilemez olduğunun anlaşılabilmesi için, fıkıhtaki hades ve necaset kelimeleri arasındaki farkın çok iyi bilinmesi gerekir.

Hades, “manevî pislik, bazı ibadetlerin yapılmasına şeran mani olan ve hükmî necaset sayılan cünüplük ve abdestsizlik hali” olarak tanımlanır.(11)

Necaset ise, “maddeten pis şey; şeran pis görülen şey” anlamına gelmektedir.(12)

Bu tanımlardan da anlaşıldığı üzere hayız, nifas ve cünüplük dolayısıyla meydana gelen hades hali, bu hal geçtikten ve adet bittikten sonra gusül abdesti almayı gerektirmekle birlikte, kişinin bedenini / tenini kirleten maddi bir kirlilik meydana getirmez. Bedeni de dokunduğu yer de temizdir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir başka şey de hayız, nifas ve istihâze kanının necis olmasından dolayı, sadece kanın bulaştığı yerlerin temizlenmesidir.

Ayrıca Hz. Peygamber (asm) müminin necis olamayacağını ifade etmiştir.(13)

Buna ilave olarak hayızlıyken Hz. Aişe’nin Hz. Peygamber’in (asm) saçını yıkamasından ve taramasından,(14) Hz. Peygamber (asm) Efendimizin hayızlı oldukları dönemde eşlerine dokunduğu, onlarla birlikte uyuduğuna dair hadislerden(15) anlaşılmaktadır ki, bu dönemlerde kadınların tenleri necis, pis değildir.

Hatta Buhârî, Sahih’inde hayız bölümünde bu konu ile ilgili özel bir başlık açmış ve altıncı babını “Hayızlı kadının cildine dokunmak bâbı” olarak isimlendirmiş ve bunun serbest olduğunu ifade eden hadisleri bu başlık altında vermiştir.(16)

Bu nedenle adetli/lohusa bir kadına dokunmakla kişinin elini yıkaması gerekmediği gibi; bu dönemdeki kadınların yemek yapması, hamur yoğurması, turşu kurması vb. işleri yapmasında da dinen hiçbir sakınca yoktur.

Hayızlı kadınların bedenlerinin temiz olduğunu ifade eden hadislerden biri Hz. Aişe’den rivayet edilen şu hadistir:

Resulullah (asm) bana buyurdu ki:

“Mescidden seccadeyi bana ver.”

“Ben hayızlıyım.” dedim. Buyurdu ki:

“Senin hayzın elinde değil ya!”(17)

Daha ziyade kadınların hayızlıyken camiye girip giremeyecekleri konusunda delil olarak kullanılan bu hadis-i şerifteki “Senin hayzın elinde değil ya!” ifadesinden hayızlıyken ten pis olmadığından dokunulan şeyin de pis olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.

Kuran ve Sünnet naslarında hayızlı ve lohusa kadınların tenlerinin necis/pis olması ile ilgili bir bilgi bulunmadığı gibi, Hz. Peygamber'in (asm) uygulamaları bizlere hayızlı ve lohusa kadınların teninin necis olmadığını, adet döneminin tehlikeli bir dönem olmayıp doğal bir süreç olduğunu açıkça göstermektedir.

Buna ilave olarak gerek klasik gerek sonraki dönemde telif edilmiş fıkıh kitaplarında kadınların özel dönemlerinde necis sayıldığını ifade eden şaz bir görüş dahi tespit edemedik. Özel dönemlerinde kadınının terinin, tükürüğünün, teninin temiz olduğuna dair alimler arasında görüş birliği vardır.(18)

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, temizlik konusunda dikkat edilmesi gereken şey, kanın necis olması dolayısıyla kan bulaşan yerlerin temizlenmesidir.


Kaynaklar:

1) Mustafa Varlı, Bid‘at, Hurafe ve Bâtıl İnançlar (İstanbul: Ensar Neşriyat 2014), 84.

2) Kemalettin Erdil, Yaşayan Hurafeler (Ankara: TDV Yayınları, 1991), 94.

3) Varlı, Bid’at, Hurafe ve Bâtıl İnançlar, 84.

4) Varlı, Bid’at, Hurafe ve Bâtıl İnançlar, 83.

5) Erdil, Yaşayan Hurafeler, 94.

6) Sedat Veyis Örnek, Türk Halk Bilimi (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları,1995), 146.

7) Vildan Başak – Saliha Esen, “Uşak İli ve Çevresindeki Doğum ile İlgili İnanış ve Uygulamalar”, Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi (ASEAD) 7/10 (2020), 152.

8) Orhan Acıpayamlı, Türkiye’de Doğumla İlgili Âdet ve İnanmaların Etnolojik Etüdü (Erzurum: Atatürk Üniversitesi Yayınları, 1961), 71.

9) Yaşar Kalafat, Türk Dünyası Karşılaştırmalı Türkmen Halk İnançları (Ankara: Asam Yayınları, 2000), 86.

10) Örnek, Etnoloji Sözlüğü, “Aybaşı”, 32.

11) Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, “Hades”, 167.

12) Erdoğan, F ıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, “Necâset”,449.

13) Bu konuyla ilgili hadisler için bk. Müslim, “Hayz”, 371; Tirmizî, “Tahâret”, 89 (No:121).

14) Müslim, “Hayz”, 297.

15) Buhârî, “Hayz,” 6 (No: 6-7-8); Buhârî, “Hayz”, 22 (No: 27); bu konuyla ilgili hadisler için ayrıca bk. Müslim, “Hayz”, 293, 295-296 (1/243); Tirmizî, “Tahâret”, 99 (No:132).

16) Buhari, Hayız, 6.

17) Tirmizî, Tahâre 101; İbn-i Mâce, Tahâret 120.

18) Nevevî, el-Mecmûʿ, 2/387-388; Detaylı bilgi ve değerlendirmeler için bk. Tuğba, Duru. “Hayız ve Nifas Dönemleri ile İlgili Bâtıl İnançlara Dayalı Uygulamaların İslâm Fıkhı Açısından Değerlendirilmesi”. Diyanet İlmî Dergi 60/1 (2024), 557-588.

HAYIZ - NİFAS

Hayız döneminde kadının bedeni pis mi, iş yapması günah mı?-TIKLA
BAŞLIK -TIKLA
BAŞLIK -TIKLA

Hayız döneminde kadının bedeni pis mi, iş yapması günah mı?



Soru Detayı

- Kadının aybaşı, hayız ya da âdet dönemi dedikleri durumları var. Bu durumdayken kadının pis olduğu ve iş yapmasının da doğru olmadığı şeklinde bazı bilgiler duydum, bunlar doğru mu yoksa hurafe mi?

- Eğer hurafe ise, buna benzer başka hurafeler var mı?


Cevap

Değerli kardeşimiz,

Bunlar hurafedir, aslı astarı yoktur, eğer İslam adına söyleniyorsa, Allah’a ve Elçisine iftiradır, en büyük günahlardan biridir.


Allah Teâlâ’nın “Âdem’in kızlarına yazmış olduğu bir hâl” olan hayız, yaşanması gereken doğal sürecinden koparılmış ve bazı toplumlarda bir tabu haline getirilmiştir.


Bir kısım Müslümanların da zihnine ve hayatına sokulan hayız dönemi ile ilgili hurafe örneklerinin önemli bir kısmı, bu dönemde kadınların tenlerinin pis kabul edilmesi ile ilgilidir. Bunlardan bizim ulaşabildiğimiz örnekleri şöyle sıralamamız mümkündür:


- Hayızlı kadın çamaşır yıkayamaz, hamur yoğuramaz, yoğurt mayalayamaz, turşu kuramaz, eğer kurarsa turşusu tutmaz(1) ya da hayızlı kadın akşam ezanından sonra küpten turşu çıkarırsa o turşu bozulur.(2)


- Hayızlı gelin mutfağa gitmez, yemekleri kaynana yapar.


- Hayızlı kadınlarla birlikte yemek yenmez, onlarla aynı yatakta yatılmaz.(3)


- Hayızlı kadın, tarla ve bahçeye gidemez,(4) sebze bahçesinden geçerse sebzeleri kurutur.(5)


Hayızlı kadının pis kabul edilmesi inancı, lohusa kadınlar için de oldukça yaygındır.(6)


- Lohusa da adetli kadın gibi kışlık, salça ya da tarhana yapamaz, turşu kuramaz, hatta açılmış bir turşunun içine elini soktuğunda o turşunun bozulacağına inanılır.(7) Lohusa kadın kırkı çıkana kadar yemek pişiremez,(8) elini hamura süremez.(9)


İlkel toplumlarda da hayızlı kadınların başkalarıyla yemek yememesi, bazı yiyeceklere dokunmaktan kaçınması, sığır ve av hayvanlarından uzak durması hatta âdet dönemi için yapılmış özel kulübelerde kalması gibi uygulamalar mevcuttur. Hayız kanının tehlikeli bir şey olarak görülerek özellikle erkeklerin hayızlı kadınlardan kendilerine zarar geleceğine inanmaları gibi ilginç durumlar yaşanmış ve yaşanmaktadır.(10)


Burada açıkladığımız batıl ve hurafe inançların İslâm dini açısından kabul edilemez olduğunun anlaşılabilmesi için, fıkıhtaki hades ve necaset kelimeleri arasındaki farkın çok iyi bilinmesi gerekir.


Hades, “manevî pislik, bazı ibadetlerin yapılmasına şeran mani olan ve hükmî necaset sayılan cünüplük ve abdestsizlik hali” olarak tanımlanır.(11)


Necaset ise, “maddeten pis şey; şeran pis görülen şey” anlamına gelmektedir.(12)


Bu tanımlardan da anlaşıldığı üzere hayız, nifas ve cünüplük dolayısıyla meydana gelen hades hali, bu hal geçtikten ve adet bittikten sonra gusül abdesti almayı gerektirmekle birlikte, kişinin bedenini / tenini kirleten maddi bir kirlilik meydana getirmez. Bedeni de dokunduğu yer de temizdir.


Burada dikkat edilmesi gereken bir başka şey de hayız, nifas ve istihâze kanının necis olmasından dolayı, sadece kanın bulaştığı yerlerin temizlenmesidir.


Ayrıca Hz. Peygamber (asm) müminin necis olamayacağını ifade etmiştir.(13)


Buna ilave olarak hayızlıyken Hz. Aişe’nin Hz. Peygamber’in (asm) saçını yıkamasından ve taramasından,(14) Hz. Peygamber (asm) Efendimizin hayızlı oldukları dönemde eşlerine dokunduğu, onlarla birlikte uyuduğuna dair hadislerden(15) anlaşılmaktadır ki, bu dönemlerde kadınların tenleri necis, pis değildir.


Hatta Buhârî, Sahih’inde hayız bölümünde bu konu ile ilgili özel bir başlık açmış ve altıncı babını “Hayızlı kadının cildine dokunmak bâbı” olarak isimlendirmiş ve bunun serbest olduğunu ifade eden hadisleri bu başlık altında vermiştir.(16)


Bu nedenle adetli/lohusa bir kadına dokunmakla kişinin elini yıkaması gerekmediği gibi; bu dönemdeki kadınların yemek yapması, hamur yoğurması, turşu kurması vb. işleri yapmasında da dinen hiçbir sakınca yoktur.


Hayızlı kadınların bedenlerinin temiz olduğunu ifade eden hadislerden biri Hz. Aişe’den rivayet edilen şu hadistir:


Resulullah (asm) bana buyurdu ki:


“Mescidden seccadeyi bana ver.”


“Ben hayızlıyım.” dedim. Buyurdu ki:


“Senin hayzın elinde değil ya!”(17)


Daha ziyade kadınların hayızlıyken camiye girip giremeyecekleri konusunda delil olarak kullanılan bu hadis-i şerifteki “Senin hayzın elinde değil ya!” ifadesinden hayızlıyken ten pis olmadığından dokunulan şeyin de pis olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.


Kuran ve Sünnet naslarında hayızlı ve lohusa kadınların tenlerinin necis/pis olması ile ilgili bir bilgi bulunmadığı gibi, Hz. Peygamber'in (asm) uygulamaları bizlere hayızlı ve lohusa kadınların teninin necis olmadığını, adet döneminin tehlikeli bir dönem olmayıp doğal bir süreç olduğunu açıkça göstermektedir.


Buna ilave olarak gerek klasik gerek sonraki dönemde telif edilmiş fıkıh kitaplarında kadınların özel dönemlerinde necis sayıldığını ifade eden şaz bir görüş dahi tespit edemedik. Özel dönemlerinde kadınının terinin, tükürüğünün, teninin temiz olduğuna dair alimler arasında görüş birliği vardır.(18)


Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, temizlik konusunda dikkat edilmesi gereken şey, kanın necis olması dolayısıyla kan bulaşan yerlerin temizlenmesidir.


Kaynaklar:


1) Mustafa Varlı, Bid‘at, Hurafe ve Bâtıl İnançlar (İstanbul: Ensar Neşriyat 2014), 84.

2) Kemalettin Erdil, Yaşayan Hurafeler (Ankara: TDV Yayınları, 1991), 94.

3) Varlı, Bid’at, Hurafe ve Bâtıl İnançlar, 84.

4) Varlı, Bid’at, Hurafe ve Bâtıl İnançlar, 83.

5) Erdil, Yaşayan Hurafeler, 94.

6) Sedat Veyis Örnek, Türk Halk Bilimi (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları,1995), 146.

7) Vildan Başak – Saliha Esen, “Uşak İli ve Çevresindeki Doğum ile İlgili İnanış ve Uygulamalar”, Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi (ASEAD) 7/10 (2020), 152.

8) Orhan Acıpayamlı, Türkiye’de Doğumla İlgili Âdet ve İnanmaların Etnolojik Etüdü (Erzurum: Atatürk Üniversitesi Yayınları, 1961), 71.

9) Yaşar Kalafat, Türk Dünyası Karşılaştırmalı Türkmen Halk İnançları (Ankara: Asam Yayınları, 2000), 86.

10) Örnek, Etnoloji Sözlüğü, “Aybaşı”, 32.

11) Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, “Hades”, 167.

12) Erdoğan, F ıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, “Necâset”,449.

13) Bu konuyla ilgili hadisler için bk. Müslim, “Hayz”, 371; Tirmizî, “Tahâret”, 89 (No:121).

14) Müslim, “Hayz”, 297.

15) Buhârî, “Hayz,” 6 (No: 6-7-8); Buhârî, “Hayz”, 22 (No: 27); bu konuyla ilgili hadisler için ayrıca bk. Müslim, “Hayz”, 293, 295-296 (1/243); Tirmizî, “Tahâret”, 99 (No:132).

16) Buhari, Hayız, 6.

17) Tirmizî, Tahâre 101; İbn-i Mâce, Tahâret 120.

18) Nevevî, el-Mecmûʿ, 2/387-388; Detaylı bilgi ve değerlendirmeler için bk. Tuğba, Duru. “Hayız ve Nifas Dönemleri ile İlgili Bâtıl İnançlara Dayalı Uygulamaların İslâm Fıkhı Açısından Değerlendirilmesi”. Diyanet İlmî Dergi 60/1 (2024), 557-588.

30 Eylül 2025 Salı

RAHÎM VE RAHMÂN İSİMLERİNİN ANLAMI

 Rahîm ve Rahmân isimlerinin anlamı

Rahîm” ismi “Rahmân”la aynı kökten geldiği için kaçınılmaz olarak anlamlarını birbirleriyle karşılaştırarak vermek gerekir. “Rahmân” rahmetini hiçbir ayırım yapmadan bütün yaratılmışlara ulaştırandır. Bu rahmet hiçbir kayıt ve şarta, kulun kesp ve iradesine bağlı değildir; “Rahmân”ın tecellilerine mazhar olabilmek için yaratılmış olmamız yeter. Gelin görün ki Allah’ın rahmeti sadece Rahmân oluşundan ibaret olsaydı iyiyle kötü, haklıyla haksız arasında fark gözetilmemiş olurdu. İnsana irade verilmiş olmasının bir kıymeti olmaz; iyilik için çaba göstermek lüzumsuz, ahlaki tekâmül de namümkün olurdu.


Rabbimizin esmasının birbirinden bağımsız olmadığını ve her birinin diğerleriyle ilişki içinde mükemmel bir bütün oluşturduğunu biliyoruz. Rahmetin adaletle ilişkisinin sonucudur ki “Rahîm” ismi kulların iradelerini iyilik yoluna kullanmalarının bir ödülü olarak ulaşacakları ikinci bir rahmeti ifade eder. O’nun katında çalışanla çalışmayanın bir tutulmayacağını gösterir. (Bakara, 2/218; Âl-i İmrân, 3/132; Nisâ, 4/175; Tevbe, 9/20-21; Neml, 27/46; Nûr, 24/56; Ahzâb, 33/43; Câsiye, 45/30; Hucurât, 49/10; Hadîd, 57/28) Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Allah, rahmetinin her şeyi kuşattığını beyan ettikten sonra son peygambere iman edip belli niteliklere sahip olan kimselerin gelecekte ayrıca ilahi rahmete mazhar olacaklarını belirtmiştir. (A’râf, 7/156-157) Bu nedenle yaygın olarak “Rahmân”ın dünya hayatında herkesi, “Rahîm”in ise ahirette sadece müminleri kapsayan ilahi rahmeti ifade ettiği kabul edilmiştir.


İşte başlangıcımızı ve sonumuzu rahmetinin bu iki yönlü tecellisi ile kuşatan Rabbimiz “Rahmân” ismi ile bütün insanlığa mutlak bir ümit bahşederken “Rahîm” ismiyle de sorumluluklarını yerine getiren, gayret sahibi, iyilikperver insanları neticeden ümit kesmeden bu güzel hâllerini sürdürmeye teşvik ediyor. (Yûnus, 10/26-27)


Kur’an-ı Kerim’de Rahîm İsmi

Kur’an-ı Kerim’de Allah’ı nitelemek üzere 154 defa geçen ve bunlardan sadece 3 ayet-i kerimede (Nisâ, 4/29; İsrâ, 17/66; Ahzâb, 33/43) yalnız başına kullanılan “er-Rahîm” ismi genellikle Rabbimizin Raûf, Gafûr, Tevvâb gibi cemal isimlerinden bir diğeriyle birlikte ve hep bir müjde içerecek şekilde kullanılmıştır.


Kur’an-ı Kerim’de tam 38 yerde tövbe konusunun anlatıldığı ayetlerin bu isimle bitmesi de tövbelerin kabul edilmesinin Allah’ın Rahîm ismiyle alakasını ortaya koyar.


A’râf suresi 167. ayette kıyametin dehşeti anlatılırken Allah’ın “seriu’l-ıkab” ve “Gafûru’r-Rahîm” oluşu bir arada zikredilerek (çok şükür ki) cezalandırma gücünün bağışlama vasfı ile dengelendiğini görürüz.

Duhân suresi 42. ayette de yine Rahîm ismi zikredilerek kıyametteki kurtuluşun ancak Allah’ın rahmetiyle olacağı vurgulanır.

Mümtehine suresi 7. ayette insanlar arasındaki düşmanlıkların sevgiye dönüşebileceği çünkü Allah’ın Kadîr, Gafûr ve Rahîm olduğu müjdelenir.

Tegâbün suresi 14. ayette ise aile içindeki düşmanca davranışlara afla yaklaşılması tavsiye edilirken yine Gafûr ve Rahîm isimleri zikredilerek bizim de Allah’ın af ve merhametine ihtiyacımız olduğu, onu haketmek için öncelikle bizim onun kullarına öyle davranmamız gerektiği hatırlatılır.

Rahîm Tecelli Ederse

Bu isimle ahlaklanmış bir kul, Allah’ın merhamet edilmesini emrettiklerine merhamet eden ama merhametle adaletin dengesini de kurabilen kişidir. İnsanlara faydalı olmaya çalışırken meşakkat görse bile sadece Allah’ın rızasını gözeterek tahammül eder ve bundan yakınmak yerine kendisini bu meziyete layık gördüğü için daima Allah’a şükreder. Rabb’i tarafından hayırlı işlerde kullanıldığından dolayı katiyen gururlanmaz, hayrı ulaştırmada sadece bir vesile olduğunu bilir.


Psikolojinin bize söylediğine göre merhamet, şefkat ve duygusal empati ruh sağlığının yanı sıra beden sağlığına da ciddi faydalar sağlar. Bu duygular kişide sakinleştirici bir etki yapar ve kaygıyı azaltır. “Kişilik oluşumunda esma-i hüsnanın rehberliği” hakkındaki çalışmasında şahsiyetin merkezine “Azîz” ismini yerleştiren Prof. Dr. Ayşen Gürcan esmanın Kur’an-ı Kerim’deki kullanımlarını inceleyerek vardığı sonuca göre Azîz’in hemen yanında (ilgili diğer isimlerle birlikte) “Rahîm” isminin yer aldığını ve merhamet yönü olmayan kudretin (aksi de mümkün) kemal ifade etmeyeceğini söyler.


Rahmân ve Rahîm isimleriyle Allah’a nispet edilen nihayetsiz merhametle tabiatta görülen şerlerin nasıl bağdaştırılacağı tartışması itikadi açıdan insanları zorlayan bir problem olarak her dönemde önümüzde durmaktadır.


Gazzâlî bu konuyu evrende saf kötülük diye bir şeyin olmadığı ve insan açısından şer olarak nitelendirilen şeylerin içinde başlangıçta göremediğimiz bir hayrın gizlenmiş bulunduğunu belirterek açıklar. Allah’ın “erhamü’r-rahimin” olduğundan şüphe edilmemesi gerektiğini fakat ilahi tasarrufun bütün sırlarına vâkıf olmanın da mümkün olmadığını vurgular

ER-RAHMÂN c.c.

 Varlığı Kuşatan İsm-i Şerif: Er-Rahmân ,

Evrendeki varoluşumuzu doğru bir yere oturtmak istiyorsak Allah Teâlâ hakkında doğru bilgiye sahip olmak zorundayız. Oysa insanın kendi gücüyle bunu anlayabilmesi imkânsızdır. Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi yine o bildirmiştir. Bütün ilahi kitaplar da bu gayeyle; O’nu ve bizim O’nunla ilişkimizi anlatmak için gönderilmiştir. Kur’an’ın bildirdiğine göre bu ilişkinin temelinde O’nun Rahmân ve Rahîm oluşu vardır. Yani O’nun varlıkla alakasının birincil yönü rahmettir. O’nun rahmetinin iki cephesini içeren besmelenin bütün hayırların anahtarı olması da bu alakayı ifade eder.


Allah’ın rahmetinin gazabını geçtiği fikri İslam düşüncesinin en önemli ilkelerinden biridir. Rahmetin gazabı geçmesi ontolojik bir önceliktir. Başka bir söyleyişle, rahmet gazaba kıyasla asli olandır. Çünkü rahmet Hakk’ın hakiki mahiyetinin neticesi; gazap ise yaratılmışların fiilleri sebebiyle ortaya çıkan ikincil bir niteliktir. Dolayısıyla rahmetinin kuluna ulaşması gazabının taallukundan öncedir.


O’nun rahmetinin ilk tecellisi yokluktan varlığa çıkmış olmamızdır. Var olmak bizatihi nimettir ve her nimetin aslıdır. Her şeyin ilk yaratılışında almış olduğu bütün fıtri mevhibeler de rahmaniyetin eseridir. Bu nedenle Allah’ın rahmetinin erişmediği hiçbir varlık yoktur ve rahmaniye temn-i âm, ümid-i küldür: Hayal edilebilecek tüm huzurlar, tüm ümitler O’nun Rahmân oluşu sayesindedir. Ümitsizlik insanın içini buruşturup onu öldüren bir şey olduğundan Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın rahmetinden ümit kesmek sapkınlık olarak görülmüş ve küfre eş tutulmuştur.


Kur’an-ı Kerim’de Rahmân İsm-i Şerif ,

Kur’an-ı Kerim’de Allah’tan başkası için hiç kullanılmadığı gibi daima zati bir sıfat olarak gelmiş; fiil gibi değil isim olarak amel etmiştir. Böyle sıfatlara “sıfat-ı galibe” denir. Bu durum o sıfatın o zat için özel ismi yerine kullanılabilecek kadar galebe oluşturduğunu gösterir. Kur’an-ı Kerim’de “Rahmân” isminin yer yer “Allah” ismi yerine kullanılması da bunu gösterir. Bu nedenle “Rahmân” isminin hiçbir mahluka nispet edilemeyeceği konusunda âlimler arasında ittifak vardır.

Rahmet Allah’ın asli sıfatlarından biri olduğu gibi O, son peygamberini de âlemlere rahmet olmak üzere göndermiş ve ona indirilen “Kitap”ı da insanlık için rahmet olarak nitelemiştir. Yüzlerce ayette insanlığa lütfedilen maddi manevi nimetler rahmet kavramıyla ifade edilmiş ve aile hayatının huzuru da sevgi ve merhamet duygularına bağlanmıştır.

“Rahmet”, insanlara mahsus “merhamet”le karıştırılmamalıdır. O’nun merhameti nicelik açısından sonsuz, nitelik açısından merhametin düşünülebilen tüm çeşitlerinden üstündür. Lisanımızda da “rahmet”i ilahi; “merhamet”i beşerî anlamda kullanmamız bu ikisi arasındaki farkı güzelce ortaya koyar. İsfehani’ye göre rahmet Allah’a nispet edildiğinde merhametin ürünü olan “lütufta bulunma” manasına alınmalıdır. Zaten lütuf ve ihsanı barındırmayan bir rahmet düşünülemez. Çünkü acımanın gereğini yerine getirmemek, acınan açısından acımamakla aynı sonucu verir.

Allah’a nispet edilen nihayetsiz merhamet ile dünyada vaki olan hastalık, zulüm, fakirlik gibi sıkıntıların nasıl bağdaştırılacağı konusu tartışılmıştır. Bu problem insan açısından sevilmeyen, şer diye nitelendirilen bazı şeylerin içinde bir hayrın bulunduğu şerrin bütünüyle yok edilmesi hâlinde onun içerdiği ve uzun vadede insanın lehine olacak hayrın da ortadan kalkacağı şeklinde cevaplanmıştır. Allah Teâlâ merhametlilerin en merhametlisidir fakat O’nun tasarruflarının bütün sırlarına vakıf olmak da mümkün değildir.


Rahmân Tecelli Ederse ,

Rabbimizin bu en yüce isminin tecelli ettiği insanlar herhangi bir ayrım yapmaksızın Allah’ın yarattığı bütün varlıklara merhamet gösterirler. Gazzâlî’ye göre Rahmân isminden elde edilecek feyiz kalp gözü perdeli olan kulları şefkat ve nezaketle uyarmak, günahkârlara hakaret nazarıyla değil merhamet nazarıyla bakmak, dünyada işlenen her bir günahı musibet kabul edip onu ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Çünkü her masiyet onu işleyeni Allah’tan uzaklaştırır ve Allah’tan uzaklaşmış insan merhamete en layık olan kimsedir.

Tıpkı kâinatın yöneticisinde olduğu gibi insanları idare eden kişilerin de emri altındakilere beslediği merhamet duygusu ve onların menfaatini koruma gayreti, gazabının, öfkesinin, kızgınlığının önüne geçmelidir. Nasıl Cenab-ı Hak bütün yaratılmışlara hayat ve varlık şartlarını eksiksiz sunuyorsa insanların işlerinin başına geçenler de onlara en uygun çalışma ortamını ve şartlarını sunmalıdır. Allah Teâlâ kulun işlediği suçlar sebebiyle ona sunduğu imkânları kesmediği gibi onlar da insanlara tanıdıkları imkânları tehdit unsuru olarak kullanmamalıdırlar.

İSM-İ CÂMİ': ALLAH c.c.

 Allah isminin anlamı nedir? 

Bütün varlığın yoktan var edicisi, her şeyin devam ve tekâmülünün kendisine bağlı olduğu yüce varlığın diğer bütün isimlerini içine alan en kapsamlı ismi… İsm-i has... Bu isim tarihin hiçbir döneminde O’ndan başka bir varlığa ad olarak verilmemiştir. (Meryem, 19/65) “Allah” kelimesinin kökeni konusunda çok şey söylenmekle birlikte çoğunluğun görüşüne göre müştak (türemiş) değildir. “Allah” isminin “el-ilah”tan türediği iddiasına karşı Elmalılı bu ismin diğer bütün esma ve sıfattan önce geldiğini; yani Allah’ın mabut olduğu için Allah olmadığını; “Allah” olduğu için mabut olduğunu söyler.


Allah varlığı kendiliğinden ve zorunlu olandır, var olan her şeyin arkasındaki temel sebeptir. Tek gerçek varlık O olduğundan idraklerimizin mutlak atıf noktası da O’dur. Eğer bir şeyi O’nu hesaba katmadan anlamaya çalışırsak o şeyi gerçek olmayan bir şeye nispet etmek zorunda kalırız. Bu durumda tevhide ulaşamayan malumat ve irfanımız iki ucu bir araya gelmeyen dağınık fikirlerden ibaret olur. Varacağımız yer de olsa olsa anlamsızlıktır.


O’ndan gelir, O’na gideriz. O’nun adıyla başlanmayan hiçbir iş varması gereken asıl sonuca varamaz. Varoluşumuza O’nu hesaba katarak bakmaya başladığımızda hayatın her detayına yaklaşımımız baştan sona değişir. Artık asla bundan önceki insan olmayız. Bu değişim günlük dilimize bile yansır. Sevinçlerimizi, üzüntülerimizi, şaşkınlıklarımızı, korkularımızı, hayal kırıklıklarımızı ifade ederken hep O’nu anmaya başlarız. (Hasbünallah, evvelallah, maşallah, fesübhanallah, inşallah, ya Allah, la havle vela kuvvete illa billah, elhamdülillah, estağfirullah...) Bu dil içimizdeki imanı yansıttığı gibi dönüp onu pekiştirir.


Allah’ın zatı bütün esma ve sıfattan önce geldiği gibi “Allah” ismi de diğer isim ve sıfatlara mukaddem bir “ism-i cami”dir. “Allah” diyen O’nu bütün isimleriyle anmış, bilinen bilinmeyen bütün isimlere sığınmış demektir. “Allah” isminin bu rüçhaniyetini Efendimizin şu duasında görürüz: “Allah’ım! Sana temiz, hoş, mübarek ve en çok sevdiğin; o isimle dua edildiğinde kabul ettiğin, o isimle istendiğinde verdiğin, o isimle merhamet dilendiğinde merhamet ettiğin, o isimle kurtuluş talep edenleri kurtardığın ismine sığınarak yalvarıyorum.” (İbn Mâce, Dua, 9)


Gelgelelim bir bizim zihinlerimizdeki “Allah” var; bir de gerçek “Allah”. (Sâffât, 37/180) “Allah”ı doğru tanımanın da bir tek yolu var; O’nun kendisini nasıl anlattığına kulak vermek... Bu durumda Allah’ı anlamanın ilk adımı Kur’an’ı anlamaktır. (Bakara, 2/255; Haşr, 59/22-24)


Kur’an’a göre “inanmış” olmak için sadece Allah’ın var olduğuna inanmak yetmez. Allah’a layıkıyla inanmak gerekir. Bu imanın olmazsa olmaz şartı da yalnızca Allah’a ait olan bir niteliği O’ndan başka hiç kimseye yakıştırmamaktır. (İsrâ, 17/42) Rabb’ini bütün isimleriyle tanıyan bilir ki “Allah’tan başka tapılan/ilah” olmadığı gibi “Allah’tan başka her şeyi bilen”; “her şeye gücü yeten” de; “her şeyi işiten, gören” de; “her şeye hâkim olan” da yoktur.


Allah İsminin Tecellisi

Sufiler, varlığı Allah’ın isimlerinin tecellisi olarak görürler. Onlara göre her insan bir ismin mazharıdır. “Allah” isminin tecelli ettiği kullar ise bu ismin kapsayıcılığı nedeniyle güzel ahlakın bir bütün olarak tecessüm ettiği kullardır. Tasavvuf onlara “insan-ı kâmil”; bugünün psikolojisi ise “kendini gerçekleştirmiş insan” diyor. Bu insan zıtların çelişkisini tevhidin bütünlüğüne dönüştürmeyi başarabilmiş, tam bir huzura kavuşmuş kişidir. (Fecr, 89/27)


Bu ismin kendinde tecellisini arzulayan kişi mümkün olduğunca noksanlarını azaltmaya, erdemlerini çoğaltmaya bakmalıdır. Bu da Allah’a tam bir iman, bundan doğan ibadet aşkı ve nefse hâkimiyetle mümkündür. İman, ibadet ve ahlak üçlüsü olmadan bir tekâmülden söz edilemez. Bu tekâmül O’na yakınlaşmamızın olmazsa olmaz şartıdır çünkü Allah bu âlemden öylesine aşkındır ki bizimle ilişki kurmak için O’nun tenezzülü; bizim de tekâmülümüz gerekmiştir.

https://www.diyanethaber.com.tr/ism-i-cami-allah

HALİD BİN VELÎD R.A.


Hicretten 35-39 yıl kadar önce (583-587) Mekke’de doğdu.

Soyu yedinci göbekten dedesi Mürre’de Resûl-i Ekrem’in soyu ile birleşir.

Babası Velîd b. Mugīre Kureyş kabilesi arasında seçkin bir kişiydi.

Annesi Lübâbe es-Suğrâ Esmâ bint Hâris, Hz. Abbas’ın karısı Ümmü’l-Fazl Lübâbe el-Kübrâ bint Hâris ile Hz. Peygamber’in (sas) hanımlarından Meymûne bint Hâris’in baba bir kız kardeşidir.

Hâlid’in mensup olduğu Kureyş kabilesinin Mahzûmoğulları kolu Hilfü’l-ahlâfa bağlı olmanın yanı sıra kubbe (savaş için para ve silâh toplanan çadır) ve “e‘inne” (süvari birliği) ile ilgili vazifeleri, ayrıca Kureyş’in süvari birliği kumandanlığını da üstlendiği için askerî gücü elinde bulunduruyor, aynı zamanda diğer Kureyş kabileleri gibi ticaretle meşgul oluyordu.

Hâlid bin Velid Mekke’deki her doğan çocuk gibi temiz ve sağlıklı bir iklimde yetiştirilmek üzere çöldeki bir ailenin yanına verildi.

Beş altı yaşına ulaşınca Mekke’ye ailesinin yanına döndü. Oğlunun yetişmesine büyük önem veren babası ona bütün Araplar’ın sahip olmak istedikleri kahramanlık, cesaret ve cömertlik gibi iyi hasletleri telkin etmeye, Mugıre soyundan gelen bir Mahzûmlu olduğunu ve bu soyla övünmesi gerektiğini zihnine yerleştirmeye başladı.

Kabilesinin yürüttüğü e‘inne vazifesinin bir gereği olarak ata binmeyi, ok, yay, mızrak, kalkan ve kılıç kullanmayı, süvari birliklerini sevk ve idare etmeyi öğrendi. Spor yaparak güçlü bir fiziğe sahip oldu.

Hâlid bin Velid bu yıllarda zaman zaman diğer Kureyşli zengin çocukları gibi ticaret kervanlarıyla Suriye, Irak, Medâin, Mısır ve Yemen’e gitti.

O yetişme çağında okuma yazma öğrenmiş ve müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber’in (sas) kâtipleri arasında yer almıştır.


İslamiyeti Kabulünden Önce Halid B. Velid ,

Halid babasının ölümünün ardından iki yıl geçmeden savaşlarda kumandalık görevine yükselmiştir.

Uhud savaşı Halid bin Velid’in katıldığı ilk savaştır. Süvari birliğinin kumandanı olarak görev yapan Halid bin Velid Ayneyn tepesindeki okçular üzerine yaptığı hamleyle Müslümanların lehine devam eden savaşın seyrini değiştiren kişi olmuştur.

Hendek Gazvesi’nde de (5/627) Kureyş ordusunun süvari birliğinin başında bulunan Hâlid bin Velid zaman zaman hendeği aşmaya çalışmış Hz. Peygamber’in (sas) çadırı hizasındaki bölgeden şiddetli bir saldırıya girişmiş; ancak gece yarısına kadar devam eden bu saldırıdan bir sonuç alamamıştır.

Hâlid bin Velid Hudeybiye Antlaşması’ndan bir yıl sonra umretü’l-kazâ amacıyla Mekke’ye gelen Resûl-i Ekrem’le karşılaşmak istemediği için şehirden ayrılmıştır.


Halid Bin Velid nasıl ve ne zaman Müslüman olmuştur?

Halid bin Velid’i Müslüman olmaya sevk eden birçok sebep dile getirilmiştir. Peygamberimizin (sas) müşriklere karşı uyguladığı ve başarılı sonuçlar aldığı stratejileri, Müslümanların Hz. Peygambere (sas) bağlılığı gibi konular bu sebepler arasında yer almaktadır.

Halid b. Velid'in İslamiyet'i kabulüne en fazla etki eden iki olay ise şöyledir:

Hicretin 6. yılında (628) umre yapmak niyetiyle Hudeybiye’ye gelen Resûl-i Ekrem’i ve Müslümanları Mekke’ye sokmak istemeyen Kureyşliler, Usfân önünde bulunan Gamîm adlı tepeye yerleştirdikleri 200 kişilik bir süvari birliğine Hâlid b. Velîd’in kumanda etme görevi verdiler.

Müslümanların bulunduğu yerin tam karşısına birliğini konumlandıran Halid bin Velid Müslümanları gözetlemeye başlamıştır.

Ashabı ile öğle namazı kılarken seyrettiği Hz. Peygamber’e ansızın hücum etmeyi düşünen Hâlid bunu bir başka namaz vaktinde gerçekleştireceğini askerlerine söyledi. Rasûlullah (as) Nisa suresinin 102. Ayeti indirilince ashabıyla birlikte ikindi namazını korku namazı (salâtü’l-havf) şeklinde kıldırmış. Yani Müslümanlar bir taraftan ibadetlerini yerine getirirken öbür taraftan tehlikeye karşı tedbirini almıştır. Bu durum Halid b. Velid’i etkilemiş ve, “Bu adam korunmuştur” (Vâkıdî, II, 746) diyerek Hz. Peygamber’e karşı düşmanlığının ve küfürdeki ısrarının artık sona ermesi gerektiğini âdeta itiraf etmiştir.

Sonra Rasûlullah (sas) oradan ayrılmıştır. Peygamberimiz (sas) Kureyşliler ile barış antlaşması yapmış ve Mekke’den Medine’ye dönmüştür. Yaşanan gelişmeler Halid b. Velid’i neye inanacağı ve nereye yöneleceği üzerine düşünceye sevk etmiştir.


Halid b. Velid’i etkileyen gelişmelerden bir diğeri ise Hudeybiye’den bir sene sonra gerçeleşti.

Hz. Peygamber (sas) kaza umresi yapmak için ashabıyla birlikte Mekke’ye geldi. Sahabenin arasında Halid’in kardeşi Velid b. Velid’de bulunmaktaydı. Hz. Peygamber (sas) Mekke’ye geldiğinde Halid b. Velid’i göremedi ve kardeşi Velide onu sordu.

Velîd kardeşi Hâlid’i bulamayınca kendisine verilmek üzere bir mektup bıraktı.

Bu mektupta, İslâmiyet’i kabul etmemesini ve bu dinden uzak durmasını hayretle karşıladığını belirttikten sonra Rasûlullah’ın kendisini sorduğunu ve, “Hâlid gibi bir insanın İslâm’ı tanımaması ne tuhaf! Keşke o, gayret ve kahramanlıklarını Müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi; bu kendisi için çok daha hayırlı olurdu. Biz de onu başkalarına tercih ederdik” dediğini bildirdi .

Kardeşinin mektubunu okuyunca Müslüman olmaya karar veren Hâlid b. Velîd, Osman b. Talha ve Amr b. Âs ile birlikte (31 Mayıs 629) tarihinde Medine’ye gitti.

Mescid-i Nebevî’de Hz. Peygamber’in huzurunda Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Bunun üzerine Rasûlullah, “Seni doğru yola ulaştıran Allah’a hamdolsun! Seni yalnızca hayra ulaştıracağını umduğum bir aklın olduğunu biliyorum” dedi.

Hâlid, günahlarını bağışlaması için Allah’a dua etmesini kendisinden isteyince Hz. Peygamber, “İslâmiyet daha önceki günahları siler” cevabını verdi.

Hâlid öyle de olsa dua etmesini isteyince Resûl-i Ekrem aynı cevabı tekrarladı. Bu cevaba rağmen, “Öyle de olsa yâ Rasûlellah dua buyursanız” deyince Hz. Peygamber:

“Allahım! Daha önce yaptıklarından dolayı Hâlid’i bağışla!” diye dua etti.

Resûl-i Ekrem, ensarın ileri gelenlerinden Hârise b. Nu‘mân’ın kendisine bağışladığı Mescid-i Nebevî civarındaki evlerden birini Hâlid’e verdi.

Evin darlığını dile getiren Halid b. Velid' e Peygamberimiz (sas), "Binayı yukarıya doğru yükselt; Allah’tan da genişlik iste” dedi.


İslamiyet’i Kabulünden Sonra Halid b. Velid ,

Hâlid Müslüman olduktan sonra üç yıl kadar  Peygamberimizin emrinde olmuş ve sohbetlerinde bulunmuştur.

Halid b. Velid, özellikle askeri kabiliyet ve yetenekleriyle İslam’a hizmet etmiştir. Efendimizin (sas) gazve ve seriyyelerde görev verdiği sancaktarlar ve komutanlar arasında yerini almıştır.

Hz. Peygamber’in (sas) vefatına kadar yaklaşık üç sene boyunca kendisine verilen görevleri başarıyla yerine getirmiştir.

Halid b. Velid, Müslüman olmadan önce Kureyş toplumunda yürüttüğü askeri vazifeleri ve kumandanlık görevini Müslüman olduktan sonra da sürdürmüştür. Ancak bu kez amaç İslam dininin ve Müslümanların üstün kılınması için mücadele etmiştir.

Mûte Savaşı, Halid b. Velid’in Müslüman olduktan sonra katıldığı ilk savaştır. Bu savaş Cemaziyelevvel 8/Eylul 629 tarihinde gerçekleşmiştir.

Müslümanların, Suriyeli Hıristiyan Araplar ve Bizans ordusuyla yaptığı ilk savaş olarak bilinmektedir.

Savaşta Hz. Peygamberin (sas) komutan tayin ettiği Zeyd b. Harise, Cafer b. Ebû Talip ve Abdullah b. Revâha şehit düştü.

Resûlullah’ın (sas) daha önce belirttiği gibi her üç sahabenin şehit olması üzerine Müslümanlar kendi aralarından birisini komutan seçecekti.

Sahabiden Sabit b. Akram sancağı eline aldı ve Müslümanları etrafında topladı. “Ey Ebû Süleyman! Sancaği al!” diyerek Halid b. Velid’e seslendi.

Halid, Bedir Savaşı’na katıldığı ve yaşça kendisinden daha büyük olduğu için Sabit b. Akram’ın komutanlık görevine daha layık bulunduğunu ifade etti. Komutanlık görevini kabul etmeyen Sabit, sancağı Halid’e vermek amacıyla aldığını söyledi. Ardından etrafında bulunanlara dönerek: “Sancağı Halid’e vermemi siz de onaylıyor musunuz?” dedi. Orada bulunanların onayıyla Halid b. Velid Müslümanların sancağını aldı ve komutan olarak seçildi.

Halid b. Velid’in komutan seçilmesiyle birlikte dağılmaya yüz tutan İslam ordusu yeniden toparlandı. Düşman üzerine saldırıda bulunuldu ve gece olunca savaşa ara verildi. Bu sırada Halid b. Velid, ordunun sağ kolundaki askerleri sol tarafa, sol kolundaki askerleri sağ tarafa, arkadaki askerleri öne, öndeki askerleri de arkaya aldı. Halid’in buradaki amacı, düşman tarafına Müslümanların  geceleyin yardım aldığı izlenimini vermekti. Nitekim bu strateji işe yaradı ve ertesi gün düşman ordusu arasında şaşkınlık meydana getirdi. Halid b. Velid düşmanlanın üzerine ani bir saldırıdan sonra İslam ordusunu, kendilerinden çok daha güçlü ordu karşısında güvenli bir şekilde geri çekmeyi hedefliyordu. 

Bizans ordusu İslam ordusundan sayıca daha fazlaydı. Bununla birlikte Müslümanların çok uzak olan Medine'den destek alma imkanı da bulunmuyordu. Böyle bir ortamda Halid b. Velid geliştirdiği stratejide başarılı oldu. Böylece Müslümanlar Medine'ye geri döndü.


"Seyfullah" unvanı ne anlama gelmektedir?

Hâlid b. Velid  Mute  savaşında , İslâm ordusunu Bizans'a karşı büyük bir mücadelede ile korudu.

Zaferin ardında  Medine’ye döndüğünde Peygamber Efendimiz (s.a.s) kendisine “seyfullah” (Allah’ın kılıcı) unvanını verdi.

Mute Savaşı'nın ardından Halid b. Velid'in görev üstlendiği diğer olay Mekke'nin fethidir.

Mekke'nin fethiyle Halid b. Velid Efendimizin (sas) yanında ilk seferine çıkmıştır. Velid Mekke’nin fethinde (20 Ramazan 8 / 11 Ocak 630), dört kol halinde şehre giren İslâm ordusunun sağ kol birliğinin kumandanlığını yapmıştır.

Hz. Ebû Bekir döneminde dinden dönenlerle sürdürülen mücadelenin en on safında yer almıştır. Yine katıldığı Irak ve Suriye fetihleriyle dönemin iki büyük imparatorluğu Bizans ve Sasanilerin etkinliklerini kaybetmelerine zemin hazırlamıştır.


Halid bin Velid Rasullahın (sas) övgüsüne ve duasına layık olmuştur.

Hz. Peygamber (sas) onu, "Halid b. Velid Allah'ın ne güzel kuludur Kabilenin kardeşidir. Allah'ın kafirlere karşı çekmiş olduğu kılıçlardan bir kılıçtır." şeklinde tarif etmiştir. Mute savaşında  , "Allah’ım! O, senin kılıçlarından bir kılıçtır. Onunla İslam ordusunu muzaffer  eyle.” sözleriyle duasında ona yer vermiştir.

Peygamberimizin (sas) Halid bin Velid’e öğrettiği dua

Düşmanlarına korku saldığı için “Allah’ın Kılıcı” lakabına lâyık görülen kahraman sahâbî Hâlid b. Velîd, uykularını kaçıran korkulu rüyalar görmeye başlamıştı.

Resûl-i Ekrem’in (sas), gördüğü kâbuslardan kurtulmak için kendisine gelen Hâlid’e sunduğu reçetede şu vardı:

“Yatağına girdiğin zaman şöyle dua et:

Allah’ın gazabından, azabından, kullarının kötülüklerinden, şeytanların ayartmalarından ve yanıma yaklaşmalarından Allah’ın tam kelimelerine (hükmüne ve iradesine) sığınırım.” (Muvatta’, Şa’r, 4)

Hâlid b. Velîd bu duayı okumaya başladıktan sonra endişelerinden kurtulmuştu.  

Öyle ki Hz. Âişe’nin aktardığına göre birkaç gün geçtikten sonra Resûlullah’ın (sas) yanına gelerek şöyle demişti:

“Anam babam sana feda olsun Ey Allah’ın Elçisi! Öğrettiğin duayı hiç aksatmadan okudum ve hiçbir şeyim kalmadı. Hatta şu an gece vakti kafesindeki bir aslanın yanına girsem, yine de korkmam. (Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, I, 285)

Yahyâ b. Ca'de'nin naklettiğine göre de, Hâlid b. Velîd, geceleri kılıcını yanına alarak dışarı çıkacak kadar korkar hâle gelmişti.

Bu durumda birisine zarar verebileceğinden endişe edilince, Peygamberimize (sas) gelerek, yaşadığı durumu anlattı.

Rasûlullah (sas) şöyle buyurdu: “Cebrail bana demişti ki, "Cinlerden bir ifrit senin için tuzak kurmaya çalışıyor, (bu yüzden) şöyle dua et:

Gökten inen ve yerden yükselen kötülüklerin şerrinden, yeryüzünde yerleşen (yaşayan) ve yerin altından çıkan şeylerin şerrinden, gece ve gündüzün fitnelerinin şerrinden, hayırlı olanların dışında her türlü aniden ortaya çıkan durumdan, Allah'a ve hiçbir iyinin ve kötünün ulaşamayacağı Allah'ın yüce kelimelerine (sonsuz iradesine ve hükmüne) sığınırım, Ey Rahmân!”


Halid bin Velid'in Vefatı , 

Halid b. Velld in vefat tarihi ve yeri konusunda farklı görüşler bulunmktadır. Ancak onun, hicretin 21. Yılında (642) Humusta vefat ettiği çoğunluk tarafından kabul edilmektedir.

Halid b. Velid’in eşleri ve çocuklarının neredeyse tamamı Suriye’deki veba salgınında vefat etmiştir.

Bununla birlikte Halid b Veld in vefat ettiğinde geriye atı, silahı ve hizmetçisinden başka hiçbir şey bırakmadığı rivayet edilmektedir.

Halid b. Velid’in vefatından önce mallarını vakfettiği belirtilmektedir.

Rivayet edildiğine göre Halid b Velid hastalandığı sırada Ebü’d-Derda onun ziyaretine gelmiş; Halid kendisine “Humus geçidinde muhafaza ettiğim şu atlarımı ve silahlarımı, Allah yolunda cihada hazırlık ve onların sırtında cihad edilecek bir kuvvet olmak üzere tahsis etmiş bulunmaktayım. Bunların yiyecek ve bakım giderlerinin kendi malımdan karşılanmak üzere, Medine’de evimi de Allah yolunda bir sadaka olarak satılmaması ve miras bırakımaması kaydıyla vakfediyorum.” demiştir. Bu vasiyetini Hz. Ömer’in yerine getirmesini istemiştir. Hz. Ömer’de onu kabul etmiştir. Halid b. Velid vefat ettiğinde Hz. Ömer, kendisine Allah’tan rahmet dilemiş ve vasiyetini yerine getirmiştir.

Halid b.in Velid hastalığı arttığı sırada, "Kahramanca savaşırken ölmek isterdim. Olmadı, nasibim ve kaderim yatağımda ölmek imiş.” demiştir.

Hâlid Hz. Peygamber’den on sekiz hadis rivayet etmiştir. 

Ona nisbet edilen “mirseb, edlak, kurtubî” adlı üç kılıç Topkapı Sarayı Müzesi’nde muhafaza edilmektedir.


ESMÂ BİNT UMEYS r.anha

 İki hicret sahibi olarak bilinen hanım sahabi kimdir?
İslam Tarihinde İlk Tabut Uygulaması ne zaman başlamıştır? Cenaze Evine Yemek Götürme Uygulaması ne zaman başlamıştır? Peygamberimizin (sas) Hz. Esma'ya öğrettiği dua. Esmâ binti Umeys (r.anhâ) kimdir?
İki Hicret Sahibi olarak bilinen hanım sahabi kimdir?

Esmâ bint Umeys hicretin 7. yılında (628) kocasıyla birlikte Habeşistan’dan Medine’ye gelmiştir.
Hz. Esmâ (r.anhâ) Peygamberimiz’in (sas) hanımlarını sık sık ziyaret eder, onların sohbetinde bulunurdu.
Resûlullah’ın (sas) zevcelerinden Hz. Hafsa’yı ziyarete geldiği bir gün, Hz. Ömer de kızı Hafsa’yı görmeye gelmişti.
Hz. Ömer, “Kim bu kadın?” diye sormuş,
Hz. Hafsa onun Esmâ bnt. Umeys olduğunu söyleyince Esmâ'ya dönüp, “Şu deniz yoluyla Habeşistan’a giden kadın mı?” demişti.
Hz. Esmâ, “Evet.” diye cevap verince Hz. Ömer, “Biz Medine’ye sizden önce hicret ettik. Bu yüzden Allah Resûlü’ne (sas) sizden daha yakınız.” demişti.
Hz. Esma,“Hayır, Allah’a yemin ederim ki siz Resûlullah’ın (sas) yanındaydınız. O aç olanınızı doyuruyor, cahil olanınıza öğüt veriyordu. Oysa biz Habeşistan’da, çok uzakta ve bizden hoşlanılmayan bir yerdeydik. Bunu sadece Allah ve Resûlü (sas) için yaptık.”
Hz. Esmâ “Yemin ederim, senin bu söylediklerini Resûlullah’a iletene kadar bir şey yiyip içmeyeceğim. Vallahi, biz eziyet görüyor ve korku içinde yaşıyorduk. Senin bu sözlerini yalan katmadan, hiç saptırmadan ve bir şey ilâve etmeden (olduğu gibi) Peygamberimize (sas) bildireceğim.” diye ekledi.
Olayı Resûlullah’a (sas) taşımak isteyen Hz. Esma Resûlullah gelir gelmez Hz. Ömer’in sözlerini aktardı.
Allah Resûlü Esmâ’ya dönüp, “Sen ona ne dedin?” diye sordu.
Hz. Esmâ neler söylediğini anlattı.
Bunun üzerine Resûlullah nihayet yüreğine su serpen şu cümleleri söyledi: “O, bana sizden daha yakın değildir. O ve arkadaşları bir kere hicret ettiler. Siz ise ey gemi halkı, iki kere hicret ettiniz.” (Buhârî, Meğâzî, 39)
Esmâ hayatta duyacağı en güzel şeyi duymuştu.
Bu sözler hem onu hem de tüm Habeşistan muhacirlerini bu dünyada en çok sevindiren sözlerdi.
Habeşistan muhacirleri gruplar hâlinde bu hadisi Hz. Esmâ’dan dinlemeye geliyorlardı. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 169) Bu olaydan sonra “iki hicret sâhibi” lakabıyla anıldı.
Teyze, anne konumundadır.
Allah Resûlü, ashâbın bazen küçük çaplı da olsa kendi aralarında yaşadıkları ihtilâflarına şahit olur ve büyük bir âlicenaplık göstererek tartışmanın büyümesini önlerdi. Nitekim onun en yakınında yer alan arkadaşlarından Hz. Ali, Ca’fer ve Zeyd’den (ra) her biri, kaza umresi sonrasında Mekke’den Medine’ye getirilen Hz. Hamza’nın kızı Ümâme’nin himayesine kendisini ehil görmekteydi. Neticede onun kimin himayesinde kalması gerektiği konusunda tartışmışlar ve davayı Resûl-i Ekrem’e (sas) taşımışlardı. Allah Resûlü (sas) onları tek tek dinledikten sonra sırasıyla
Hz. Zeyd’e, “Sen benim dostumsun. Bu kızın da dostusun.”,
Hz. Ali’ye, “Sen benim kardeşim ve dostumsun.”,
Cafer’e ise "Sen de hem bedenen hem de ahlâken bana benziyorsun.” demiş ve her birine ayrı ayrı iltifat ederek gönüllerini almıştı. Sonuçta Ümâme’yi, “Teyze, anne konumundadır.” diyerek Cafer’in eşi olan teyzesi Esmâ bnt. Umeys’e vermişti. (Buhârî, Meğâzî, 44)
İslam Tarihinde İlk Tabut Uygulaması 
İslâm öncesi Hicaz kültüründe gelini süsleyerek düğüne hazırlayan ve bu konuda mahir olan hanımlar vardı.
Aynı zamanda damat ve gelinin evlilik hayatına dair bilgilendirilmesi için danışmanlık görevi üstlenen kimseler de bulunmaktaydı.
Kültürümüzde hâlen yaşatılan ve hanım için “gelin yengesi”, erkek için ise “sağdıç” ismi verilen bu gelenek, evli olan yakınlar tarafından sürdürülmektedir. Bütün bunlar, dinin ve ahlâkın öngördüğü bir aile yuvasının kurulması ve bilhassa evlilikle ilgili helâl ve haram gibi hususların öğretilmesi konusunda yol gösterici ve öğretici uygulama biçimleri olarak kabul edilebilir.
Hz. Ali ile evlendiğinde Hz. Fâtıma’ya Esmâ bnt. Umeys yengelik yapmıştır.
Hz. Fatıma’nın her an yanında olan Hz. Esma O’nun dünyadaki  son isteğini de yerine getirmiştir.
Bir gün Hz. Fâtıma, kadın cenazelerinin erkeklerinki gibi üzerine örtülen bir kefenle sarılmış olarak herkesin gözü önünde bulunmasından rahatsız olduğunu Esmâ bint Umeys’e söylemiştir.
Hz. Esmâ’da ona Habeşistan’da cenazelerin tabut içinde taşındığını anlatmış, bunun üzerine Hz. Fâtıma kendi cenazesinin de böyle taşınmasını vasiyet etmiştir.
Hz. Fatıma’nın cenazesi Esmâ bint Umeys’in tarifi üzerine yapılan tabutla taşınmıştır.
Peygamberimizin eşlerinden Zeyneb bnt. Cahş’ın da tabutunu Esmâ bnt. Umeys yapmıştır.
Böylelikle Hz. Esma Habeşistanlıların kapalı tabut uygulamalarını Arap yarımadasına taşımıştır. 
Cenaze Evine Yemek Götürme Uygulaması 
Hz. Peygamber (sas) döneminde Medine’de mahareti ile bilinen Habeşistan muhaciri Umeys kızı Esma deri tabaklaştırarak aile geçimine de katkıda bulunuyordu. O şöyle nakleder : "Hz. Cafer (ra) ve arkadaşlarının şehid oldukları gün, sabah uyandım. Ben kırk deri tabaklamış ve hamurumu yoğurmuştum.
Rasûlüllah (sas) yanıma geldi, bana:
"- Ey Esma! Cafer'in çocukları nerede? Beni onların yanına götür" buyurdu.
Ben de, kendisini onların yanına götürdüm. Çocukları bağrına basıp öptü ve kokladı, gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
"- Yâ Rasûlellah! Babam, anam sana feda olsun! Seni ağlatan nedir? Yoksa sana Cafer ve arkadaşlarından acı bir haber mi erişti?” dedim. Rasûlüllah (sas):
"- Evet! Onlar bugün şehit oldular" buyurdu.
Ben kalkıp feryad ü figan etmeye başladım. Kadınlar başıma toplandılar. Hz. Peygamber (sas):
"- Ey Esma! Sakın kötü ve uygunsuz sözler söyleme ve göğsünü de dövme” buyurdu. (İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 282)
Hz. Esma’nın vesilesiyle en yakınını kaybedenlerin nasıl davranması gerektiği de nesilden nesile aktarılmış oldu.
Ca’fer b. Ebû Tâlib Mûte Savaşı’nda şehit düştüğünde geriye üç yetim bırakmıştı. Bunlardan biri de Abdullah b. Ca’fer idi. Hz. Abdullah: "Rasûlüllah benim ve kardeşimin başımızı okşarken, ben onun yüzüne bakıyordum. Mübarek gözlerinden süzülen yaşlar sakalından damlıyordu." (İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 282) "Ey Allah’ım! Cafer hiç şüphesiz sevabın en güzeline kavuştu. Sen onun nesli içinde kulların arasından babasına en iyi halef olacak evlât ihsan eyle" diye dua etti." (Vâkıdî, II, 767)
Sonra Rasûlüllah kalkıp evine gitti. Kızı Fâtıma'nın yanına vardı. Hz. Fâtımâ:
- Vâh amcacığım! diyerek ağlıyordu. Rasûlüllah (sas) ona:
- "Ağlayan Cafer gibisine ağlasın" buyurdu. Sonra da:
- "Cafer ailesi için yemek yapın. Onlar bugün başlarının derdiyle, kaybettikleri aile büyüklerinin acısıyla uğraşıyorlar" buyurdu. (İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 282)
Üç gün, Hz. Cafer'in ev halkına yemek yapılıp yedirildi. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 238)
İslâm tarihinde cenaze evine gönderilen ilk yemeğin bu olduğu rivayet edilir.
Hz. Esma’nın oğlu Abdullah b. Ca’fer  şöyle anlatır: "Allah Resûlü Ca’fer ailesine üçüncü gün gelip, "Artık kardeşim için ağlamayın." buyurdu. Sonra, "Kardeşimin çocuklarını bana getirin." dedi. Bizi Resûlullah'a götürdüler. Birer kuş yavrusu gibi idik. Allah Resûlü, "Bana berberi çağırın." buyurdu ve bizi tıraş ettirdi." (Ebû Dâvûd, Teraccül, 13)
Hz. Peygamber bu çocukların iyice zayıflamış olduklarını görünce Esmâ’ya, bir ihtiyaçlarının olup olmadığını sordu. Bunun üzerine Hz. Esmâ, "Hayır, bir ihtiyaçları yok; ancak onlara çabuk nazar değiyor." dedi. Rahmet Elçisi de, "Öyleyse onlara rukye yap (oku)!" deyince, Hz. Esmâ, bunu yapması için Hz. Peygamber’e (sav) ricada bulundu. Fakat Allah Resûlü, Esmâ’dan, çocuklarına kendisinin okumasını istedi. (Müslim, Selâm, 60)
Esma bint. Umeys, asırlar ötesine imanıyla, peygamberimize (sas) duyduğu muhabbetiyle, onun sözlerine olan bağlılığı ile cesaretiyle, sabır ve metanetiyle örnek olmuştur.
Peygamberimizin (sas) mübarek sözlerinden altmış kadarı, Hz. Esma’nın ağzından satırlardan sadırlara, bizlere ulaşmıştır.
Esma bint Umeys’ten rivayet edilen altmış hadisten biri Sahih-i Buḫârî’de yer almıştır.
Peygamberimizin (sas) Hz.Esma'ya öğrettiği dua
 Sevgili Peygamberimiz, sıkıntılı ve kederli zamanlarında okuması için Esma’ya bir dua öğretmişti.
Bu dua, Allah ve Resûlü’nün izinden giden, bu yolda kahrı da lütfu da hoş gören tüm Esmaların arkadaşı olacak nitelikte idi:
“Benim Rabbim Allah’tır, O’na hiçbir şeyi ortak koşmam!” (Ebu Davud, Vitr, 26)
Ca‘fer b. Ebû Tâlib Mûte Savaşı’nda şehid olunca (Cemâziyelevvel 8 / Ağustos 629) Hz. Esma, Hz. Ebû Bekir’le evlendi (Şevval 8 / Ocak 630).
Bu evlilikten, Vedâ haccına giderken yolda dünyaya getirdiği Muhammed doğdu.
Hz. Peygamber, hanımların sosyal hayata rahat katılabilmeleri, hem erkeklerin hem de hanımların huzurlarını bozacak, onları itham altında bırakacak olayların yaşanmaması için birtakım tedbir ve düzenlemeler getirmişti.
Bu düzenlemelerden biri, bir kadın ve erkeğin, başkalarının görüş alanından uzak bir yerde baş başa kalmalarının yasaklanmasıydı. Bu yasağın getirilmesi Esmâ bnt. Umeys ile eşi Hz. Ebû Bekir arasında geçen bir olay neticesinde olmuştu. Hâşimoğulları’ndan birkaç kişi Hz. Ebû Bekir’in evde olmadığı bir sırada onu ziyarete gelmişti. Hz.Esmâ evde yalnızdı ama misafirlerini geri çevirmedi, içeri buyur etti. Bir müddet sonra eve gelen Hz. Ebû Bekir, eşinin evde bir grup adamla oturduğunu görünce bir hayli rahatsız oldu. Yaşadığı rahatsızlığı Resûlullah’a iletti. Allah Resûlü o gün minbere çıkarak ashâbına şöyle seslendi: "Bugünden sonra hiç kimse, beraberinde bir ya da iki kişi olmadığı takdirde, kocası evde olmayan bir kadının yanına girmesin." (Müslim, Selâm, 22)
Esmâ binti Umeys (r.anhâ) kimdir?
Esmâ binti Umeys (r.anhâ) Mekke’de doğmuştur.
Babası Umeys b. Ma‘bed ve annesi Hind (Havle) bint Avf’dır. Annesi ünlü damatlara sahip olmakla tanınmış bir sahâbîdir.
Hz. Esmâ’nın on veya dokuz kız kardeşi vardır. Hepsi Müslüman olmuştur. İki Cihan Güneşi Efendimiz (sas) onlara “imanlı kızkardeşler” diye iltifatta bulunmuştur.
Hz. Esma, Efendimizin baldızıdır. Ablası Meymûne bint Hâris ile Peygamberimiz (sas) evlenmiştir. Ablalarından Ümmü’l-Fazl Lübâbe bint Hâris Hz. Abbas’la, Selmâ (Sülmâ) bint Umeys Hz. Hamza ile evlenmiştir.
Hz. Esmâ (r.anhâ) da Hazreti Ca’fer (r.anh) ile nikâhlanmıştır. Mute savaşındaki kahramanlığı dillere destan olup, orada şehadetinden sonra Cafer-i Tayyar “Uçan Cafer” sıfatı ile anılan Hz. Cafer, Hz. Ali’nin abisi peygamberimizin (sas) ise amcasının oğludur. O’da  İslama ilk girenlerdendir. Cömertliği, hitabeti/ güzel konuşması ve cesaretiyle tanınmış sahabidir.
Esmâ bint Umeys’in, Hz. Peygamber Dârülerkam’a girmeden önce müslüman olup ona biat ettiği kaydedilmektedir.
Hz. Esma Kocası Ca‘fer b. Ebû Tâlib’le oldukça zor ve meşakkatli geçen deniz yolculuğuyla Habeşistan’a hicret eden on altı hanımdan birisi olmuştur.
Habeşistan’da oğulları Abdullah dünyaya gelmiştir. Abdullah orada doğan ilk Müslüman olarak kabul edilmiştir. Muhammed ve Avn adlı çocukları da burada dünyaya gelmiştir.