Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

17 Ekim 2024 Perşembe


“Boşarım” demekle boşanma gerçekleşir mi?

İslâm Dini neslin devamı için tek yol olan evliliği teşvik etmiş, eşlerin evlilik birliğini, karşılıklı sevgi, saygı ortamını olabildiğince korumalarını ve evliliğin devam etmesini istemiş, (Nisa, 35.) talâkı da ancak evliliğin sürmesine imkân kalmadığında başvurulabilecek bir çözüm şekli olarak meşrû saymıştır. Kur’an ve Sünnet’te talâkın meşruiyeti açıkça ifade edilmekle birlikte (Bakara, 228-232) (Buhârî, “Ṭalâḳ”, 1-4) evlilik bağının önemli bir sebep bulunmadıkça keyfî şekilde sona erdirilmesi tasvip edilmemiştir. Boşama, yetkili kişi veya kurumun kesin kararı ve bu kararın yoruma yer bırakmayacak şekilde açık sözlerle ifade edilmesiyle meydana gelir. Türkçede geniş zaman için kullanılan “Boşarım” sözü bu nitelikte olmayıp boşama tehdidi anlamına gelir. Dolayısıyla bu sözle boşama meydana gelmez. Boşama, kişinin eşine söylediği “Boşsun”, “Boş ol”, “Boşadım” veya “Karım boştur” gibi boşama iradesini ortaya koyan “şimdiki veya geçmiş zamanlı” ifadelerle ya da mahkemenin kararıyla gerçekleşir.

Misafirin ve anne-babanın çocuklarına duası

Anne ve baba insanın dünyaya gelmesine vesile olan en değerli varlıklardır. Yaratılmışlar içerisinde insana en yakın olan da insan üzerinde en çok hakkı bulunan da anne ve babasıdır. İnsan dünyaya geldiğinde tabii ihtiyaçlarını karşılamaktan bile acizdir. Bakıma, himayeye, sevgiye, ilgiye ve şefkate muhtaçtır. Anne baba, bu küçük yavruya bakar, onun her türlü ihtiyaçlarını karşılar, kendi hayatını dahi tehlikeye atarak onu korur, himaye eder, büyütür. Anne ve baba, karşılık beklemeden sever, hiçbir çıkar gözetmeden verir, çocuklarını yetiştirirken her türlü sıkıntıya göğüs gerer. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Üç dua vardır ki bunların kabul olunacağında şüphe yoktur. Bunlar Mazlumun duası, misafirin duası ve anne babanın çocuklarına olan duasıdır.” (Tirmizî, Birr,7) müjdesi gereğince anne babalarına en güzel şekilde davranmak, onların rıza ve dualarını almaktır. Hadis-i şerifte geçen bir diğer makbul dua ise misafir duasıdır. Bizlere düşen ise, bu makbul duaları almak; misafiri, anne-babamızı hoşnut etmektir.

İbn Battuta ve seyahatnamesi


Faslı Müslüman seyyah İbn Battûta (ö. 1368), dünyanın en çok tanınan gezginlerinden biridir. İlki henüz 22 yaşındayken haccetme niyetiyle başlayan seyahatleri yaklaşık 29 yıl sürmüştür. Bu süre zarfında Asya, Avrupa ve Afrika’nın önemli ilim merkezlerini gezmiştir. Üçüncü yolculuğunda Lazkiye’den Alâiye’ye (Alanya) geçerek Anadolu’yu da gezme imkânı elde etmiştir. İbn Battûta gittiği birçok yerde sosyal hayata yakından tanıklık etmiş, ülkelerin coğrafya ve ekonomileri hakkında ayrıntılı bilgiler edinmiştir. er-Rihle adıyla meşhur olan seyahatnamesinde paylaştığı bu değerli bilgilerle dönemin önemli gezgini Marko Polo’yu geride bırakmıştır. Sade bir dilin hâkim olduğu ve insan unsurunun ön plana çıktığı eserde, çeşitli milletlerin giyim kuşamı, âdetleri ve inançlarına dair oldukça zengin malzeme bulunmaktadır. Yemek tariflerinden bayram ve matem giysilerine, siyasetten tasavvufa kadar o döneme dair ayrıntılı ve çok renkli bir dünya tablosu karşımıza çıkmaktadır. (“İbn Battûta”, TDV İslam Ansiklopedisi, 19/361-368)

Ölüler, bizim dünyada yapıp ettiklerimizden haberdar olur mu?

Hz. Peygamberin (s.a.s.), Bedir savaşında müşrik ölülerine seslenmiştir. Onlarla konuşmuş ve onların, kendisini duyduklarını haber vermiştir. Yine kabir ziyaretinde bulunanların orada medfun bulunan ölülere selam vermelerini tavsiye etmiştir. Ayrıca kendisinin de Baki’ kabristanına giderek orada medfun bulunanlara selam verdiği sabittir. Yine rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, dünyada yaşayanların yapmış oldukları amellerin ölmüş akraba ve yakınlarına gösterileceğini ve iyi amellerine sevinip kötü amellerine de üzüleceklerini haber vermiştir. Bazı İslam âlimleri, bu hadislere dayanarak, ölülerin hayatta olanların hâllerinden Allah’ın izin verdiği ölçüde haberdar olabileceklerini ifade etmişlerdir.

Gücü her şeye yeten: Kadir

Âlimler Kâdir ismine genellikle “aciz olmayan, aklen imkân dâhilinde bulunup muhal statüsüne girmeyen her şeye kayıtsız ve şartsız gücü yeten” şeklinde anlam vermiş ve irade sıfatıyla ilişkili olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü bir fiilin iradî olarak gerçekleşmesi, yani dilediğinde ve dilediğince olması ancak mutlak kemal mertebesindeki bir kudretle mümkün olur. İşte tüm bu anlamları içerecek şekilde “Kâdir” dilerse yapan, dilemezse yapmayandır. Kur’an’da Kâdir insanlara da izafe edildiği halde Kadîr sadece Allah’ı nitelemiştir. Kâdirin yer aldığı ayetlerde ilahi kudret ayet indirmek, azap göndermek, ölüleri diriltmek, tabiatın ve sosyal hayatın işleyişini ilgilendiren kanunları yürütmek gibi alanlara yönelikken Kadîr ismi, geçtiği kırk beş ayetin otuz beşinde birçok konuyu içine aldıktan sonra “her şeye muktedir olan” manasında çok zengin bir muhtevaya sahiptir.

Yolu gösterip hedefe ulaştıran: Hadi

Hidayet kavramını genelde dinî anlamda kullanırız. Oysa Rabbimizin kullarına her anlamda yol göstermesini ifade eden bu isim çok geniş kapsamlıdır. Rabbimiz bize akıl ve muhakeme yeteneği vererek bu dünyadaki hayatımızı sürdürebilecek yolları gösterdiği gibi ebedî mutluluğa ulaştıracak manevi yolları da göstermiş; o yollara girip girmemeyi tamamen bize bırakmakla beraber bizi kendi hâlimize terk etmemiş, doğruyu arayana her daim rehberlik etmiştir. Hâdî ismi, geçtiği on ayetin ikisinde Allah’a, ikisinde Hz. Peygamber’e izafe edilmiş, (Rad, 13/7; Şura, 42/52.) diğer yerlerde ise belli bir merci zikredilmemiştir. Hâdî’nin Allah’a izafe edildiği ayetlerin birinde O’nun iman edenleri dosdoğru bir yola yönelteceği ifade edilmiş, (Hac, 22/54.) diğerinde de hidayet edici olarak O’nun kâfi geleceği belirtilmiştir.

Hz. Eyyub Peygamberin duası

Hz. Eyyüb mal mülk sahibi, varlıklı, ailesi ve çocukları ile birlikte sağlık sıhhat içinde hayatını sürdürmektedir. Zamanla o, önce sahibi olduğu malları, sonra çocuklarını sonra da sağlığını kaybetmekle imtihan edilir. Karşılaştığı zorluklara karşı gösterdiği tavır, sabırlı bir insan örneği olarak tarihe geçmesini sağlar. Bunlardan birinde Allah’a teslimiyetinin, hastalık ve musibetlere sabrının ifadesi olarak dilinden şu dua dökülmüştür: “Şüphesiz ki ben derde uğradım. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiya, 21/83.) Eyyüb peygamber bir taraftan maddi ve manevi zorluklarla mücadelesini sabırla sürdürürken diğer taraftan da dua ile Allah’a yönelmeyi terk etmemiştir. Duasında “Başıma bu dert geldi.” diyerek İlahi rahmeti celp edecek şekilde durumunu zikretmiş, son derece nezaketli bir üslupla halini arz etmekle yetinmiştir. Talebini açıkça belirtmesi caiz ise de o talebini belirtmemiştir. Onun bu duasında bir şikâyet, bir serzeniş söz konusu değildir. Çünkü Allah Teâlâ onu “sabırlı bir kul” olarak nitelemiştir. (Sa’d 38/44.)

Çocuk sahibi olmamak boşanma sebebi midir?

Kur’an-ı Kerim’de hiçbir şeyin Allah’ın hükümranlığından bağımsız olmadığı belirtilmekte, çocuk sahibi olmanın veya olamamanın bir övgü veya yergi konusu olmaması gerektiğine işaret edilmektedir (Şûrâ, 42/49-50). İnsan nihai olarak kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilemeyeceğinden, istediği şeyi kendi hayatı ve mutluluğu için vazgeçilmez görmemesi, ilâhî takdire rıza göstermesi gerekir (Bakara, 2/216). Kişinin gücü ve iradesi dışındaki bir isteğinin gerçekleşmemesi uğruna hayatını karartmak yerine sahip olduğu nimet ve imkânları başkalarıyla paylaşarak çeşitli yollarla bu mutluluğu yaşamayı ve bunun ecrini Allah’tan beklemeyi tercih etmesi, hem daha makul hem dünya hem âhiret saadeti için daha elverişli bir yoldur. Nikâhın bir amacı da neslin devamını sağlamak olduğundan, İslam bilginleri bu maksada erişmeye mani olan böyle bir durumda, kadın ve erkek için boşanmayı caiz görmüşlerse de mümin insanların ahlaken bunu rıza ile karşılayıp boşanma sebebi yapmamaları eşe karşı vicdani bir gerekliliktir.

Kıyamet kopacaktır

İnsanlığın öteden beri en çok merak ettiği konulardan biri de kıyametin ne zaman kopacağıdır. Bunun zamanını yalnız Allah’ın bildiğine dair ayet-i kerimeler bulunmaktadır. "Sizi ansızın yakalayacaktır." (A’râf, 7/187) ifadesi insanoğlunun kıyamet saati hakkındaki bilgisizliğinin son ana kadar süreceğine işaret etmektedir. Kıyametin ne zaman kopacağı hakkında kendisine sorular sorulan Peygamber Efendimiz de bu konuda bilgisinin bulunmadığını belirtmiştir. Ahiret hayatı, melek, şeytan gibi gayb alanına giren, dolayısıyla beşerin bilgi imkanlarını aşan hususlarda Allah ona neyi ne kadar bildirmişse, o da o konuda bilgisini ortaya koymuş ve Allah’ın iznine bağlı olarak bizlere bilgiler vermiştir. Zaman zaman kıyametin kopacağı ana dair kehanetlerde bulunup insanları bununla oyalamaya çalışanlar olmaktadır. Hâlbuki önemli olan kıyametin ne zaman kopacağı değil, bir gün mutlaka bunun gerçekleşeceğine iman etmek ve ahiret hayatı için hazırlıklı olmaktır.

Zulme engel olmak

Müslüman ümitsizlik denizinde boğulmaz ve de boğulmamalıdır. Bütün bu olumsuz ve üzücü durumlar elbette geçecektir. Yeter ki, aramızdaki birlik ruhunu ayakta tutarak mazluma, masuma ve mahruma el uzatmaya devam edelim. Unutmayalım ki, zulme sessiz kalmak Müslüman ahlakıyla asla bağdaşmaz. Peygamberimiz (s.a.s), böyle hareket edenleri şu hadis-i şerifleriyle uyarmıştır: “Zulme yardımcı olan kimse, kuşkusuz Allah’ın gazabına uğrar.”(Ebû Dâvûd, Melâhim, 17) “İnsanlar bir zalimi görürler de onun zulmüne engel olmazlarsa, Allah’ın onları genel bir azaba uğratması kaçınılmazdır.” Bizlere düşen görev zalimin yanında değil her daim mazlumun ve mağdurun tarafında olmaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.s), “Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz ve onu hor görmez.” buyurmaktadır. Dünyanın neresinde olursa olsun zulme sessiz kalmak, mazluma, masuma el uzatmamak, bu nebevi öğretiden mahrum kalmaktır. Bize düşen, yaşanan bu olaylar karşısında mazlumun duası ile Allah arasında perde olmadığını bilerek elimizden geldiğince maddi ve manevi destek olmaktır.

Kudüs İslam yurdudur

İnsanlığın en köklü mirasına şahitlik eden Kudüs’ün Müslümanlar için ayrı bir önemi vardır. Kudüs, İslam’ı tebliğ vazifesiyle görevlendirilen nice peygamberin aziz hatırasını taşır. Yüce Allah (c.c.) kutsiyeti Kur’an ile tescil edilen Kudüs’ü bize “iyi ve güzel bir yer” olarak tanıtmakta ve çevresinin mübarek kılındığını beyan etmektedir. Hadislerde her türlü zorluğun göze alınarak yolculuk yapılmaya değer görülen üç mabetten biri olan Mescid-i Aksa da, Kudüs’tedir. Kudüs, Müslümanların hâkimiyetinde özgürlüğün ve adaletin sembolü olmuştur. Sadece müminlerin değil, herkesin ibadetini rahatça yapabildiği, huzur içinde yaşayabildiği bir belde olarak yönetilmiş, emniyet, sulh ve merhametin en güzel örneğini yaşamıştır. Kudüs, İslam yurdudur; Müslümanlara aittir. Kudüs’e sevdalı Müslümanlar Mescid-i Aksâ’yı canından ve malından daha aziz bilmektedir. Ancak işgal edildiği günden beri huzuru ve barışı unutan Kudüs, öz vatanlarında, kendi mabetlerinde ibadet etmelerine engel olanlara karşı insanoğlunun ortak umudu, ümmet-i Muhammed için ise dağılan vahdetini kurtarma vesilesidir.

Zü'l-celal ve'l-ikram

Azamet ve kerem sahibi anlamına gelen bu isim Kur’an’da yeryüzündeki her canlı yok olurken azamet ve kerem sahibi olan rabbin zâtının bâki kalması anlamında kullanılır. (Rahman, 55/27) Hadislerde ise Hz. Peygamber, “yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm” ifadesini sürekli ve ısrarla tekrar edilmesini emretmiştir. (Tirmizî, Deavât, 91) O’na ait olmayan bir kemal düşünülemeyeceği gibi, her nimet ve şeref de ancak ondan gelir. Mahlûkatta görülen ne kadar mükemmellik varsa ancak O’nun kemâlinin bir yansımasıdır. Rabbimizin sonsuz azametini ve sınırsız ikram ve cömertliğini ifade eden bu terkip, yalnızca O’na kulluk etmek ve her şeyi O’ndan beklemek konusunda bize uyarılarda bulunur. Kulun bu isimden nasibi, Allah’ın azametinin yanı sıra lütuf ve ikram sıfatlarına sığınarak kulluk görevini yerine getirmesi, kendisine verilen nimet ve imkânları diğer kullarıyla paylaşmasıdır. Allah’ın insanla ilgili isimleri içinde yer alan zü’l-celâl ve’l-ikrâm, alî, celîl, kerîm, mâcid, mecîd, muğnî, muiz ve müteâlî isimleriyle anlam yakınlığı vardır.

İçki: Kötülüğün zehirli arkadaşı

İslam; canımızın, malımızın, aklımızın, inancımızın ve neslimizin güvenliğini sağlayan kurallar koyar bu değerleri korumamızı emreder. Sağlığımızı tehlikeye atan, aklî dengemizi bozan, malımızı heba eden ve ailemize zarar veren her türlü kötü alışkanlıkları yasaklar. Bu açıdan dinimizde birey ve toplum için önemli zararları olan sarhoş edici içecekler kesin bir üslûpla yasaklanmıştır. Yüce Allah, içki konusunda bizleri şöyle uyarmaktadır: “ Şüphesiz şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? (Mâide, 5/91.) Hz. Peygamber de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Sarhoş eden her şey içkidir ve sarhoş eden her şey haramdır.” (Müslim, Eşribe, 74.) Müslüman, aklını ve iradesini Allah’ın razı olacağı helâl ve güzel işlerde kullanır. İmanına ve umuduna sarılarak çalışır, erdemlerine sahip çıkar, düşünür ve üretir. İnsanı uyuşturan, tembelliğe ve çaresizliğe sürükleyen, kötülüğe alet eden içkinin hayatını esir almasına izin vermez.

Şans ve talih oyunları

Taraflardan birinin kaybettiği diğerinin de haksız kazanç elde ettiği bütün şans oyunları kumardır. İslam’da kumar, kumardan elde edilen kazanç ve kumar olma ihtimali olan oyun ve eğlence türleri yasaklanmıştır. Yüce Kitabımız en değerli varlık olarak yarattığı ve önemli anlamlar yüklediği insana “ancak çabasının sonucunu elde edeceğini” (Necm, 53/39) vurgular. Tehlikesi ve çirkinliği açısından kumarı da “şeytan işi pislik” olarak tanımlar. (Maide, 5/90.) Bu açıdan haksız kazanç ve zaman nimetini boş ve faydasız uğraşlarla harcamak anlamına gelen kumarı özendirici, teşvik edici söylem ve davranışlar İslam’da hoş karşılanmamıştır. Mümin, yüce Rabbimizin, insanın tertemiz fıtratını korumak ve ebedi kurtuluşa ulaşmasını sağlamak için ona çizdiği sınırlara riayet etmelidir. Yaratılışın gaye ve hikmetine uygun olan güzelliklerin peşinde koşmalı, onur ve haysiyetini zedeleyen, ona zarar veren çirkinliklerden uzak durmalıdır.

İbadet: Kul olma şuuru

Kulluk, Yüce Allah’ı tanımak, O'na gönülden bağlanarak iyi işler yapmak demektir. Kulluğun özü, severek ve isteyerek Rabbimize itaat etmek, ihlas ve samimiyetle ona ibadet etmektir. İbadet, müminin nişanı, imanın hayata yansımasıdır. Allah’a yakın olma arzusunun ve hayırlı bir kul olma gayretinin bir göstergesidir. Yüce Rabbimize olan muhabbet ve bağlılığın en güzel yansımasıdır. Allah’ın sunduğu imkânlara, verdiği nimetlere şükürdür. Kulun, sınırsız af ve mağfiret sahibi olan Rabbine sığınması, halini arz etmesidir. İbadet eden insan, ecir ve mükâfata nail olmanın yanı sıra nice güzel huy ve alışkanlık kazanır. Kişiye daima Allah’ın huzurunda ve gözetimi altında olduğu bilinci aşılar. İnsanı iyiye, güzele ve doğru olana sevk eder. Kulluk şerefine layık olmak için sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getirelim. Allah'a kul olmanın şuurunu bir ömür boyu canlı tutalım. Ömrümüzü ibadetlerle, salih amellerle ve güzel ahlakla süsleyelim. O’nun rızasını umarak, iyi niyet ve samimiyetle yapılan her işin aynı zamanda bir ibadet olduğunu unutmayalım.

Dil alışkanlığı ile kutsal değerlere küfretmek nikaha zarar verir mi?

Dinimizde inançsızlık sebebiyle ya da dini değerlere hakaret etmek amacıyla olmasa bile sırf ağız alışkanlığından dolayı dinden çıkmayı gerektiren bazı sözleri söylemek büyük günahlardan sayılmıştır. Bununla birlikte kişi bilinçli olmadan söylediği bu sözlerle dinden çıkmayacağı için nikâhı da bozulmaz. Çünkü burada maksat dinî değerlere hakaret etmek veya bu değerleri hafife almak değildir. Şu kadar var ki bu tür söz ve davranışlarda bulunan kişinin tevbe ve istiğfarda bulunması ve tekrar böyle bir hataya düşmemeye gayret etmesi gerekir (Bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, VI, 368). Nitekim Sevgili Peygamberimizin Müslümana kendisini kontrol etme yeteneği kazandırmayı amaçladığı şu prensibi çok manidardır: “Kim Allah"a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayır söylesin ya da sussun.” (Müslim, Îmân, 74) İnsan, ağzından çıkan cümlenin bir fayda sağlayıp sağlamayacağını tartmalı, önce düşünmeli sonra konuşmalı, söyledikleri iyiliğe vesile olmayacak hatta zarar verecekse susmalıdır.

Ölçülü olunmalı

Yüce Allah, kâinata bir ölçü ve denge koymuştur. (Kamer, 54/49.) En değerli varlık olarak yarattığı insana da tüm yaşantısında ölçülü ve dengeli olmasını emretmiştir. İnançta, ibadette, ahlakta, infakta ve diğer davranışlarda ölçülü ve dengeli olmak, olgun bir müminin özelliklerinden sayılmıştır. Her alanda aşırılık ve taşkınlık ise yasaklanmıştır. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de her fırsatta aşırılıktan kaçınmayı ve itidali elden bırakmamayı tavsiye eder. (Hûd, 11/112) İslâm toplumu, Allah katında “vasat bir ümmet” (Bakara, 2/143.) olarak nitelendirilir. Hadislerde “mutedil (bir ümmet)” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 2) olarak geçen bu ifade, adalet sahibi, her şeyi yerli yerine koyan, yerli yerince yapan, her şeye hakkını veren, aşırılıklardan (ifrat ve tefritten) uzak duran, orta yolu takip eden, dengeli bir toplum olarak açıklanmıştır. Kur’an-ı Kerîm’de haddi aşanlar ve aşırıya kaçanlar şöyle uyarılır: “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı iyi ve güzel şeyleri haram saymayın, sınırı da aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez.” (Mâide, 5/87.)

Yüceler yücesi: el-Müteali

Allah’ın isimlerinden biri olan Müteâlî izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce olan anlamına gelmektedir. Bu isim Rabbimizin sınırsız bir yücelik sahibi ve insanın aklına gelebilecek her türlü kayıttan uzak olduğunu ifade eder. Müteâl, kudretiyle her şeyden üstündür. Yaratılmışlara ait olan özelliklerden münezzeh, eşsiz ve yücedir. Yüceler yücesidir. Bundan dolayı hidayet O’na aittir. O’nun ilim ve kudretinin dışında kalacak ve huzuruna çıkıp hesap vermeyecek hiçbir şey yoktur. Müteâl isminin içerdiği yücelik onu kavrayan ve ona iman eden kişinin ahlak ve davranışlarına, ibadet ve dualarına yansır. O’nun her gücün üstünde, her görünenin ötesinde olduğunu bilir. O’nun kusursuz mükemmelliğini ve akla gelebilecek her gücün üstünde bir yücelik sahibi olduğunu her an hatırında tutar. Sonsuz iyi, eksiksiz merhamet ve şefkat sahibi olan yüce bir kudretin rehberliğinde, onunla uyum içinde yaşar. Allah’ın Müteâlî ismi aynı zamanda alî, azîm, kebîr, kuddûs, mâcid-mecîd ve mütekebbir isimleriyle yakın anlamlar taşır.

Yunus Peygamberin duası

Yunus (as), Kur’ân-ı Kerîm’de “balık sahibi” anlamına gelen “zü'n-nûn” ve “sâhibü'l-hût” olarak adlandırılmaktadır. Kendisine vahiy indiği (en-Nisâ 4/163), doğru yola sevkedildiği bildirilmekte, sâlihlerden (el-Kalem 68/50) ve peygamberlerden olduğu vurgulanmaktadır. Kur’an’ın onuncu sûresi Yûnus adını taşımaktadır. Peygamber olarak gönderildiği kavmin ona inanmaması üzerine öfkelenerek halkından ayrılıp uzaklara gitmiş, (Enbiyâ, 21/87.) orada bindiği yüklü bir gemide (Sâffât 37/140) çekilen kura neticesinde kaybedenlerden olmuş ve kendisini bir balık yutmuştur (Sâffât 37/141-142). Yunus (as) balığın karnında iken kederli bir hâlde Rabbine şöyle yakarmıştır: “...“Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben kötü işler yapmışım!” (Enbiyâ, 21/87.) Peygamber Efendimiz de ashabına Yunus (as) hikâyesini anlatmış, onun balığın karnında iken yaptığı ve Cenâb-ı Hak tarafından kabul edilen o duayı onlara öğreterek şöyle buyurmuştur: “...Müslüman bir kişi bir şey için bu duayı yaparsa, Allah onun duasını mutlaka kabul eder.” (Tirmizî, Deavât, 81)

Tefekkür ile bir ömür geçirmek

Ömür takviminden her gün bir yaprak daha eksilirken, her geçen yıl, bizi Rabbimizin huzurundaki hesap gününe biraz daha yaklaştırıyor. Hayat sermayemiz azalırken, ahirette hayretler içinde okuyacağımız ve karşılığını göreceğimiz amel defterlerimiz kabarıyor. Geçen yıllarımızın muhasebesini yapalım. Nefsimizi hesaba çekip kendimizle yüzleşelim. Hata ve günahlardan vazgeçip tövbe edelim. Rabbimize, kendimize, ailemize ve tüm mahlûkata karşı sorumluluklarımızı hatırlayalım. Gelecek günlerimizi Allah’ın rızası doğrultusunda planlayalım. Dünyevî heves ve arzuların peşinden hırsla koşarken ahiretimizi heba etmeyelim. Aldığımız her kararın, söylediğimiz her sözün, işlediğimiz her davranışın Yüce Allah tarafından görüldüğünü, duyulduğunu, bilindiğini ve bütün bunlardan hesaba çekileceğimizi unutmayalım. Samimiyetle Rabbimize yönelelim. Amel defterlerimizin ibadet ve iyilikle dolacağı bir ömür geçirme kararlılığında olalım.

Osmanlı parası

Osmanlı Dönemi’nde her padişah, hükümdarlık alameti olarak kendi adına para bastırırdı. Osmanlı hükümdarları, Fatih Sultan Mehmed devrine kadar gümüş ve bakır para bastırdılar. Osmanlı Dönemi’nde ilk altın parayı Fatih Sultan Mehmed bastırdı. Osmanlı hazinesini en çok dolduran padişah ise Yavuz Sultan Selim’dir. Yavuz, 8 senelik iktidarı döneminde gerçekleştirdiği Mısır seferiyle Mısır civarında hüküm süren Memlûk Devleti’ne son verdi. Orta Doğu ile Afrika’daki önemli yerleri ve kutsal toprakları Osmanlı Devleti’ne kattı. Mısır’ı ele geçirdikten sonra tüm Memlûk hazinesini başkent İstanbul’a getirtti ve Osmanlı hazinesine mührünü bastı. Daha sonra şöyle emir verdi: “Benim altınla doldurduğum hazineyi, benden sonra gelenlerden her kim daha çok mangırla doldurursa, hazine onun mührüyle mühürlensin, yoksa benim mührümle mühürlenmeye devam edilsin!” Osmanlı hazinesi bir daha hiç o kadar dolmadı. Devlet yıkılana kadar hazine Yavuz Sultan Selim’in mührüyle mühürlenmeye devam edildi.

Ömür dediğin

İnsan kusursuz bir biçimde, eşref-i mahluk olarak yaratılmıştır. Yüce Rabbimiz, “Biz gerçekten insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4) der. İnsanı insan yapan özellikler ise doğru ile yanlışı, iyiyle kötüyü, güzelle çirkini, faydalı ile zararlıyı, adalet ile zulmü ayırt edebiliyor olmasıdır. Rabbimiz insana birçok meziyet bahşetmiştir. Her varlığın kendine has bir yaratılış gayesi vardır. Râgıp el-İsfehânî, insanın yaratılış gayesini, “Yeryüzünü imar etmek, yeryüzünde adaleti sağlamak, Allah’a ibadet etmek.” şeklinde tarif eder. İnsan, dünya âleminde oyalanırken zamanın nasıl geçtiğini anlayamaz. Zaman fark ettirmeden bizi değiştirir ve günün birinde insan kendinde oluşan yeniliği izler. Birçok şeyi sorguladığımız ömrün güç çağı yaşlılık gelip çatar. Her insan için farklı bir mana ve önem ifade eden yaşlılık özel bir dönemdir. Bu dönemin handikaplarından biri de yalnızlık hissidir. Hâlbuki insan yalnız değildir. Asıl yalnızlık, kişinin Rabbinden uzak kalmasıdır.

Zekât kimlere farzdır?

Zekât; akıl sağlığı yerinde, ergenlik çağına gelmiş, hür ve dinen belirlenmiş zenginliğe sahip olan Müslümanlara farz olan mali bir ibadettir. Zekâtın farziyeti için aranan zenginlik şartı, kişinin bir yıllık borcundan ve asli ihtiyaçlarından fazla hakikaten ya da hükmen artıcı nitelikte “nisap miktarı” mala sahip olması ile sağlanmış olur. Artıcı olmak; altın, gümüş ve paralarda olduğu gibi malın sahibine gelir, kâr getirmesi yahut hayvanlarda olduğu gibi kendiliğinden çoğalma ve artma özelliğine sahip bulunmasıdır. Zekâtın farz olması için ayrıca nisap miktarı mala sahip olduktan sonra bir kamerî yıl geçmelidir. Zekât verirken niyet etmek ve zekât olarak verilen malın fakirin mülkiyetine geçmesi yani “temlik” şarttır. Zekât niyetiyle yapılmayan bağışlar, mükelleften zekât yükümlülüğünü kaldırmaz. Ayrıca, fakirin mülkiyetine geçmeyecek şekilde yapılan ikram vb. durumlar da zekât olarak değerlendirilmez.

İstikamet üzere olmak

“Doğru, düzgün, dengeli, sabit ve kararlı olma” gibi anlamlara gelen istikamet; kişinin her türlü aşırılıktan sakınarak doğruluk üzere bulunması, dinî ve ahlaki hükümlere uygun bir hayat sürmesi, Allah’a itaat edip Hz. Muhammed’in sünnetine uyması, doğru, dürüst ve adaletli davranmasıdır. İstikamet; söz, düşünce ve davranışlarımızın karar/istikrar boyutunu ifade eden ve bir müminin hayat serüveni içinde en hassas çizgisini ortaya koyan bir kavramdır. İstikamet, Kur’an ve sünnet ilkeleri ile yaşanan bir hayatın adıdır. İstikamet, insanın bütün yükümlülüklerine riayet etmesi, yeme, içme, giyinme ve her türlü dinî-dünyevi konuda itidal çizgisini takip etmesidir. “‘Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. Onlar cennetliklerdir. Yapmakta olduklarına karşılık, orada sürekli kalacaklardır.” (Ahkâf, 46/13-14) ayeti, istikamet üzere olanların ebedî mutluluğa ulaşan kişiler olacaklarını açıkça beyan etmektedir.

Rabbini zikret, gafillerden olma!

Zikir; Allah’ı anmak, hatırlamak, dilde ve gönülde tutmak demektir. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde zikir, müminin dilinde Allah ismini ve zihninde Allah bilincini daima canlı tutmasını ve bu bilinçle yaşamasını ifade eder. A’raf suresinin 205. ayetinde Allah’ı dil ile zikrederken aynı zamanda ruhen de zikir hâlinde olmak, kulluk şuuru ve edebiyle, Allah’a saygıdan dolayı ürpererek yakarış hâli içinde O’nu zikretmek gerektiği belirtilmektedir. Konuyu bütün yönleriyle inceleyen Gazzâlî, zikrin bütün ibadetlerin en yücesi ve en faydalısı olduğunu, fakat bu özelliği taşıyabilmesi için zikreden kişinin kalbinde ünsiyet (kendini Allah ile beraber bilme) ve sevgi duygusunun bulunması gerektiğini ifade etmektedir. Böyle bir ruhi hâlin eşlik etmediği, sadece dilde kalan zikrin insanın manevi hayatına ve ahlaki gelişmesine hiçbir katkıda bulunmadığını belirtmektedir. Mezkur ayetin sonundaki “Gafillerden olma!” uyarısı da bu hususa işaret etmektedir.

Cennetin anahtarı namaz

Bütün peygamberlerin yerine getirdikleri ortak bir ibadet olan namaz, Allah Resûlü tarafından da dinin direği olarak tarif edilmiştir (Tirmizî, Îmân, 8). İslam binası namazla kuvvet kazanmakta, onunla olgunlaşmaktadır. Allah’a yakınlaşmanın en önemli vesilelerinden olan namaz, mümini hesap gününün dehşetinden kurtaracak bir nur olarak da ifade edilmektedir (İbn Hanbel, Müsned, II, 169). Hz. Peygamber namazı kılanlar için cenneti şöyle müjdelemektedir: “Kim, rükûları, secdeleri, abdestleri ve vakitlerine uyarak beş vakit namazı kılmaya devam eder ve bu namazların Allah katından gelen gerçek bir emir olduğuna inanırsa cennete girer.” (İbn Hanbel, Müsned, IV, 266) Hakkıyla eda edilen namaz, insanı erdemli bireyler hâline getirir. Kul namazla Rabbinin doğruluk, iyilik ve merhamete yönlendiren diğer emirlerine de samimi bir itaat bilinci kazanır. Kulun Rabbi ile arasında eşsiz bir iletişim ve yakınlık aracı olan namaz böylece insanın yücelmesine vesile olur.

Mümin, güven verendir

Yüce dinimiz İslam’ın gönderiliş amaçlarından biri de, güvenilir bir dünya inşa etmektir. Cenab-ı Hak, insanoğlunu yeryüzüne halife kılmış, güvenli bir toplum inşa etmesini ondan istemiştir. Çünkü güven, ailenin ve toplumun yapı taşıdır. Varlığı bireysel ve toplumsal huzurun varlığına, yokluğu bu huzurun ortadan kalkmasına sebebiyet veren eşsiz bir değerdir. Mümin, Rabbinin kalbine aşıladığı imanla çevresine güven verir. Muhammedü’l-emîn olan Peygamber Efendimizi kendine rehber edinir. Tıpkı onun gibi dinine, diline ve ırkına bakmaksızın her insana, hatta canlı cansız tüm mahlukata güven verir. Eşi, çocukları, ana-babası, komşusu, iş arkadaşları, hasılı toplumda yer alan her insan müminden daima iyilik görür. Müminin hayatında güveni ortadan kaldıran şiddet, yalan, iftira vb. kötülükler asla yer almaz. Mümin, güveni hayatının ayrılmaz bir parçası hâline getirir. Birlik ve beraberliği evinden başlayarak şehirlere ve bütün dünyaya aktarır. Zira o, yaratılanı Yaratandan dolayı hoş görür.

Resûlullah’ın can yoldaşı Hz. Ebû Bekir

Soyları nesiller öncesinde birleşen Allah Resûlü ile yolları da birleştiğinden beri hiç yalnız bırakmamıştı onu Hz. Ebû Bekir. Risaletin en zorlu zamanlarında, kimse kendisine inanmazken Allah Resûlü’nü her durumda tasdik etmişti. Ebû Bekir es-Sıddîk idi bundan böyle. İsmine yaraşır şekilde inancı tüm yaşantısına yansıdı; özü sözü bir, davası hak oldu. Resûlullah’a hem can yoldaşı hem de mağara arkadaşı oldu. Hicret yolunda olduğu gibi Uhud meydanında da canını hiçe saydı onun uğruna. Çocuklarını seferber etti onun kutlu davasına. Esirlerin kurtulması, ordunun donatılması gibi pek çok vesileyle varını yoğunu Allah rızası için ortaya koydu. Hz. Ebû Bekir için Allah ve Resûlü, dünya ve içindeki her şeyden değerliydi. Sadaka vermeyi tavsiye ettiği bir seferinde tüm servetiyle Resûlullah’ın huzuruna gelmişti. Resûlullah, “Ailene ne bıraktın ya Ebû Bekir?” dediğinde, bir hak aşığı olarak o gönül rahatlığıyla şöyle dedi: “Onlara Allah’ı ve Resûlü’nü bıraktım.” (Tirmizî, Menâkıb, 16)

Şehir ve medeniyet

Hayatın tüm alanlarını kuşatan bir din olarak İslam, şehirlerin siyasal, ekonomik, kültürel ve toplumsal yapısını da biçimlendirmiştir. Müslümanlar karşılaştıkları kültür ve medeniyetlerden devraldıkları müktesebatı yeniden inşa ederek kendilerine özgü bir şehir modeli ortaya koymuştur. Medeniyetimizde şehirler, birlik ruhu ve dayanışmaya ek olarak kültürel ve sosyal bütünlük içinde teşekkül ettirilmiştir. Nitekim İstanbul, Mekke, Medine, Kahire, Şam, Semerkant gibi şehirlerin hepsinde cami merkezli değerlerle oluşturulan İslam medeniyetinin izleri öne çıkmaktadır. Şehirler sadece çelik, betonarme, taş, tuğla, çimento ile inşa edilmez. İslam tasavvurunda şehirlerin ruhu vardır ve şehir o ruh ile anlam kazanır. Şehirleri yığınlardan arındırarak güzelleştiren cevher; o şehrin tarihi, mimarisi, edebiyatı, sanatı, folkloru, maddi-manevi zenginliği ve yetiştirdiği seçkin insanlarıdır. Bu sebeple şehirleri mekânlarının taşıdığı manevi değerler aracılığıyla anlayıp tanımlamak doğru olacaktır.

Duaların kabul olunması için nelere dikkat edilmelidir?

Dua, kişinin istek ve ihtiyaçlarını Yüce Allah’a arz ettiği bir ibadettir. Yapılan duaların kabul edilmesi için şu hususlara riayet edilmesi istenmiştir: a) Duadan önce tövbe ve istiğfar edilmelidir. b) Duaya Allah’a hamd, Hz. Peygamber’e salât-ü selam ile başlanmalı; yine salât-ü selam ve Allah’a hamd ile bitirilmelidir. c) Dua içten, tevazu ile ve yalvararak yapılmalıdır. d) Israrla dua edilmelidir. Bir mümin, ettiği duanın kabul edilmesi hususunda aceleci olmamalıdır. e) Umut ve korku içinde dua edilmelidir. f) Dua ederken zaman seçimine de dikkat edilmelidir. İslam dinine göre dua için özel bir zaman ve mekân tahsis edilmiş değildir. Her yerde her zaman dua edilebilir. Bununla birlikte, Ramazan gecelerinde, Arafat vakfesinde, gece vakitlerinde, ezan okunduğu ve kamet getirildiği sıralarda, farz namazların sonunda yapılan duaların kabul edileceği hadis-i şeriflerde beyan edilmiştir. (Müslim, Müsâfirîn, 166)

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

Üç aylar ve Regaib kandili

Üç aylar, Allah Teâlâ’nın rahmet ve mağfiretinin üzerimize bol bol indiği bereket mevsimi olarak kabul edilmiştir. Sevgili Peygamberimiz (sas) “Allah’ım! Recep ve Şaban aylarını hakkımızda mübarek eyle ve bizi Ramazan ayına ulaştır.” (İbn Hanbel, Müsned, I, 259) şeklinde dua etmiştir. Regaib, özlenen, rağbet edilen ve değer verilen demektir. Bu gece, akıp giden hayatımızda asıl kazancın, Cenab-ı Hakk’a yönelmek, kulluk sözümüzü tutmak olduğunu bize hatırlatır. Müminler olarak bu gecede hayatımızı gözden geçirmeli, hata ve günahlarımıza tövbe etmeliyiz. Rabbimize el açıp dua ederek, Kur’an-ı Kerim okuyup anlamaya çalışarak, kaza ve nafile namaz kılarak bu geceyi değerlendirmeliyiz. Bu gecede Rabbimizle ve yakınlarımızla bağlarımızı gözden geçirmeli, bu vesileyle iyi bir mümin olmanın iman-ibadet-ahlak bütünlüğünü sağlamakla mümkün olabileceğini bir kez daha hatırlamalıyız. Doğruluk ve dürüstlüğün, hak ve hukuka riayetin, barış içinde yaşamanın en üstün değerler olduğunu bilmeliyiz.

Peygamberimizin (sas) ahlaki Kur’an’dı

Allah Resûlü (sas), iman ve ibadetin yanında ahlaken de insanların en kâmilidir. Peygamberimiz, Kur’an neyi emretmişse onu hayatına aktarmış, neyi yasaklamışsa ondan kaçınmıştır. Bir defasında “Ey müminlerin annesi, bana Resûlullah’ın ahlakını anlatır mısın?” diye soran bir kişiye, Hz. Âişe validemiz şöyle cevap vermişti: “Sen Kur’an okumuyor musun? Onun ahlakı Kur’an’dı.” Peygamberimiz, şefkatli ve merhametli bir aile reisiydi, en güzel muallimdi. Hayatın her alanında pek çok şeyi ashabına öğretirken “Ben size, bir babanın evladına öğrettiği gibi öğretiyorum.” (İbn Mâce, Tahâret, 16) buyurmuştu. Allah Resûlü aynı zamanda sadık ve vefakâr bir dosttu. Her sözümüzde, her işimizde Peygamberimizin yüce ahlakını rehber edinelim ki bizlerin de ahlakı Kur’an olsun. Ailelerimiz dünyadaki cennetimiz olsun. Dost ve akrabalarımızla aramızda samimiyet, sevgi ve vefa köprüleri kurulsun. Unutmayalım ki “Sözlerin en doğrusu, Allah’ın kitabıdır. Rehberliğin en güzeli, Muhammed’in rehberliğidir.”

İbadet: Huzura açılan kapı

İbadet, insana daima Allah’ın huzurunda ve gözetiminde olduğu bilincini aşılar. Onu iyiye, güzele, doğru olana sevk eder. Günde beş vakit namazla Rabbinin huzuruna çıkacağını bilen insan, kendisini sorumlu hisseder. Huşû ile kılınan namaz, çirkin işlerden uzaklaştırır. Oruç, iradeyi güçlendirir, sabrı artırır. Nefsin, hevâ ve hevesine esir olmaktan korur. Hac ve umre için ihrama bürünen Müslüman, Allah katında değerli olanın mal, makam ve mevki değil, yalnızca iman, ibadet ve güzel ahlak olduğunu idrak eder. Dünyaya gelişimizin gayesi olan kulluk, huzura açılan kapıdır. Zira farz ibadetlerin yanı sıra Allah’ın rızasını umarak yapılan her iş ibadettir. Huzur ve güven dolu bir aile yuvası için gayret etmek, yetim ve kimsesizleri sevindirmek, muhtaçların dertlerine çare olmak ibadettir. İnsanlara güzel söz söylemek, alışverişte dürüst olmak, selamı yaymak, hatta insanlara eziyet veren bir engeli yoldan kaldırmak bile bir ibadettir. Elbette yapılan tüm bu güzel işler insana huzur verir.

İslam’ın ilk şartı kelime-i şehadettir

Allah Resûlü’nün (sas) bildirdiği üzere İslam’ın ilk şartı kelime-i şehadettir. Kim bu sözü dil ile söyler, kalp ile tasdik ederse İslam dinine girer, Müslüman olur. Kelime-i şehadet getiren kişi Allah ile arasında bir ahit gerçekleştirir. Bu ahit ile Müslüman olan kişi, Allah’tan başka hiçbir kişi, nesne ve varlığa tapmayacağına, Rabbinin yolundan ayrılmayacağına, O’nun emirlerine sımsıkı sarılacağına, yasakladığı şeylerden kaçınacağına söz verir. Kelime-i şehadet, Peygamber Efendimiz ile aramızdaki ahittir. Bizler, kelime-i şehadet getirmekle Resûl-i Ekrem’in (sas) sünnetine tabi olacağımızı, onun gibi yaşamak için gayret göstereceğimizi beyan etmiş oluruz. Kelime-i şehadet, kişiyi şeytanın ve nefsin esaretinden kurtarır, onu gerçek anlamda özgürlüğün tadına vardırır. Kelime-i şehadet, aynı zamanda bizleri her türlü bela ve musibetten muhafaza eden faziletli bir zikirdir. Kabrin karanlığından, mahşerin dehşetinden, cehennem azabından kurtaran üstün bir amel, kıymetli bir duadır.

O’nun yolunda gidene engel yok

İlk Müslümanlardan biriydi Abdullah b. Ümmü Mektûm. Gözleri görmüyordu ama gönlü hakikat ışığını görmüştü. Kalbi olduğu hâlde anlamayan, gözleri olduğu hâlde görmeyen, kulakları olduğu hâlde işitmeyen, görünürde sağlıklı nice bahtsız insanın aksine karanlık dünyasını iman nuruyla aydınlatmıştı. Abdullah samimi bir Müslüman’dı. Görme engelli olması onu hak mücadelede ön sıralarda yer almaktan alıkoyamadı. Azimli, güvenilir ve işinin ehliydi. Bu özelliklerinden ötürü Resûlullah ona pek çok önemli görev verdi. Kendisi hicret etmeden önce Medineli Müslümanlara Kur’an öğretmek için Mus’ab b. Umeyr ile onu göndermişti. Hicretten sonra da onu Bilâl-i Habeşî ile birlikte Mescid-i Nebevî’ye müezzin olarak görevlendirdi. Sefere çıktığı birçok kere Medine’de kalanlara namaz kıldırması için yerine onu vekil bıraktı. Cihaddan muaf tutulmuş olsa da Abdullah, bu faziletli amelden de geri kalmadı. Resûl’ün vefatından yıllar sonra katıldığı savaşta aldığı yaralar sonucu şehitlik mertebesine ulaştı.

Neyi, niçin okumalıyız?

“Okuma” fiili dünyamızda neye karşılık geliyor? Okurken kimiz, okumaktan muradımız nedir, okuma sonunda elde ettiklerimiz ya da kaybettiklerimiz nelerdir? Ne okuyoruz ve okuma biçimimiz okuduklarımızı nasıl değiştiriyor? Az ya da çok ihtiyaç duyduğumuz eserlerden ancak nitelikli okumayla yararlanabiliriz. İhtiyacı olmayana su bile zehirdir. Tefekkür etmemizi bazen kitapların da engelleyebileceğini unutmamalıyız. Neyi nasıl okuyacağımızı bilmeden önümüze çıkan her kitaba sarılmak bizi talihsiz kazazedeler gibi kıyıdan uzaklaştıracaktır. Öte yandan okumanın biraz da kendimizi okumak olduğunu unutmamak gerekir. Seyyahlık nasıl bir okumaysa, okuma da bir nevi seyyahlık hükmündedir. Elimizdeki kitabın ihtiyacımız olan kitap olduğundan emin olmadan okumaya koyulmamalıyız. Bir Müslüman için ömür boyu baş ucunda duracak en önemli kitap ise Kur’an-ı Kerim’dir. Allah’ın kitabı dahi imanla, tefekkürle ve edeple okunup hayata aksettirilmedikçe insana yarar sağlamaz.

Abdestten şüphe etmek

Öncelikle ifade edelim ki, kesin olarak bilinen bir şey şüphe ile ortadan kalkmaz. Bir kimse abdest aldığından emin olduğu hâlde, abdestini bozup bozmadığı konusunda şüpheye düşerse, o kimse abdestli sayılır. Öte yandan abdestini bozduğunu bildiği hâlde, sonradan abdest alıp almadığından şüphe eden kimse ise abdestsiz sayılır. Abdestinin bozulmadığını kesin olarak bildiği hâlde, günlük uğraşılar veya zihnin başka bir şeyle meşgul olması nedeniyle abdestli olduğunu zihninden çıkaran kişinin abdesti bozulmaz. Zira abdestli olduğunu devamlı olarak hatırda tutmak gibi bir mecburiyet yoktur, hatta bu imkânsızdır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah hiç kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz…” (Bakara, 2/286); “Allah sizin için kolaylık istiyor, güçlük çekmenizi istemiyor.” (Bakara, 2/185). Abdestli olduğunu zihinde tutamamanın uzun veya kısa olması arasında ise bir fark yoktur.

Adalet: Her hakkı sahibine vermek

Adalet, borcunu vermek, alacağını istemektir; görevini yerine getirmek ve hakkını almaktır. Adalet genellikle verilen ile hak edilen arasındaki dengeyi ifade eder. Bu denge bazen eşitlikle gerçekleşir; ancak adalet eşitlik değil, dengedir. Adalet dinî, hukuki ve ahlaki bir kavram olup her şeyi yerli yerine koymak demektir. Kur’an’da adalet sıfatından yoksun olan kişi dilsiz, âciz ve hiçbir işe yaramayan bir köleye benzetilmiştir. Böyle birinin, adalet faziletini kazanmış dolayısıyla doğru yolu bulmuş olanla bir tutulamayacağı bildirilmiş (Nahl, 16/76), böylece adaletin bir kemal sıfatı olduğuna işaret edilmiştir. Allah’ın “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder…” (Nahl, 16/90) şeklindeki ilahi fermanı, her hafta cuma günleri minberlerden zihinlerimize ve gönüllerimize adaleti nakşetmektedir. Her hafta yapılan bu bilinç tazelemesi bizi bir sonraki cumaya kadar diri tutmakta ve adaletten sapmaya karşı kulaklarımızda âdeta bir küpe gibi durmaktadır.

İslam, iman ve ahlak bütünlüğü

Yüce Rabbimizin bizlere bahşettiği nimetlerin en başında iman gelmektedir. İman, Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kaderin Allah’tan olduğuna gönülden inanmaktır. Rahmet Peygamberi’nin (sas) bize tebliğ ettiği tüm hakikatleri kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmektir. Her insan fıtrat üzere doğar. Fıtrat, insanın imana ve iyiliğe meyilli bir yaratılış özüne sahip olması demektir. Fıtratına uygun olarak imanı, İslam’ı ve ihsanı seçenler tükenmez nimetlere nail olur. Allah (cc), kendisine hakkıyla inanan ve güvenen kullarıyla daima beraberdir. Bu sebeple iman, insanın hayatına anlam katar. Ona dünyada yaratılış gayesine uygun bir yaşama bilinci aşılar. Davranışlarını şekillendirir, fikir ve kararlarına yön verir. Zorluklar karşısında insanı kuvvetli, dayanıklı ve sabırlı kılar. Yalnızlığı, güçsüzlüğü ve ümitsizliği ortadan kaldırır. Nimetin kıymetini bilmeye ve şükrünü eda etmeye vesile olur.

İbadet: Allah ile kul arasındaki kutlu bağ

İnsanın yaratılış gayesi, Yüce Rabbine kulluk ve ibadettir. Cenab-ı Hakk’ın rızasını, dünya ve ahiret mutluluğunu kazandıracak salih ameller işlemektir. Yaratıcısı ile arasındaki bağı, iman ve ibadetle canlı tutmaktır. Zira bizi yoktan var eden Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine inanmamız, O’na kâmil manada kul olmamız Rabbimizin bizim üzerimizdeki en büyük hakkıdır. Nitekim bir gün Allah Resûlü (sas), Muâz b. Cebel (ra) ile yolculuk yaparken ona, “Ya Muâz! Sen, Allah’ın kulları üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?” diye sormuştu. Muâz b. Cebel, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” şeklinde cevap verince Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştu: “Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise kendisine ortak koşmayan kimselere azap etmemesidir…” (Buhârî, Cihâd, 46) O hâlde Rabbimize karşı kulluk vazifemizin idrakinde olalım. O’na canı gönülden bağlanalım, vefakâr bir kul olalım.

Kelime-i Tevhidi dilimizden düşürmeyelim

Kelime-i tevhid, “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” yani “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur; Hz. Muhammed Allah’ın Resûlü’dür.” cümlesidir. Hak aşığı Yunus Emre kelime-i tevhidi ne de güzel ifade etmektedir: Taştı rahmet deryası, Gark oldu cümle âsî, Dört kitabın manası: Lâ ilahe illallah. Kelime-i tevhid, iman edilmesi gereken temel esasların en veciz ifadesidir. Çünkü Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed’in (sas) Allah’ın son peygamberi olduğuna gönülden bağlanan kişi, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahirete, kader ve kazaya da iman eder. Kişi, kelime-i tevhid getirmekle Allah’tan başka herhangi bir şahıs veya varlığa sözlü, yazılı veya fiilî olarak ilahlık vasfı vermeyeceğini, O’nun dışında kimseye ibadet etmeyeceğini beyan eder. Allah’tan geldiğini ve dönüşünün O’na olacağını bilerek bir ömür sürer. Peygamber Efendimizin Rabbimizden getirdiği her şeyin doğru olduğunu kabul eder. Yerle gök arasını dolduran bu eşsiz zikri dilinden asla düşürmez.

Divan şiirinde ahlaki değerlerimiz: ihsan

Divan şairleri, düşünceyi güzel beyan etmede âdeta yarışırlar, manaya zenginlik katmak için başkalarının söylemediğini bulup ifadeye dökmeye çalışırlardı. Böylelikle onlar ortak sanat anlayışına katkıda bulunmuş, değişik açılardan farklı duygu, yorum ve düşünceye pencere açmışlardır. Dolunay gibi herkese ve her yere aynı ışığı yaymak, şaire göre yüksek bir meziyettir. Kişinin yaptığı iyilik karşısında bir şey beklememesi de tam bir muhsin sıfatıdır. Şairler böyle ideal davranışları tavsiye etmişlerdir. “Ey sevgili şu ağlayan gözümün yaşlarını dindir de bana gölge ol. Sen iyilik yap denize at (Balık bilmezse Hâlık bilir).” anlamındaki beyit, atasözüyle de bezenmiş bir ihsan davetiyesidir. Şairlerin iyi ve güzel olanı özendirdikleri beyitlerinin yanında ihsana uymayan nahoş davranışlardan sakındırdıkları sözleri de çoktur. Onlar ihsanı teşvik ederken “muhsin” olmayan şeylere de dikkat çekmişler, âdeta toplumu uyarıcı, doğruya yönlendirici bir misyon ifa etmişlerdir.

İsm-i a’zam nedir?

İsm-i A’zam, “en büyük isim” anlamına gelmekte olup Allah’ın en güzel isimleri içerisinde yer alan bazı isimler için kullanılmıştır. İslam âlimlerinin bir kısmı Allah’ın isimlerinin tamamının, fazilet ve üstünlük bakımından eşit derecede olduğunu kabul etmiş, diğer bir kısmı ise hadisleri göz önünde bulundurarak, bazı isimlerin daha büyük ve faziletli olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Hz. Peygamber’in bazı hadislerinde İsm-i A’zam’dan bahsedilmekte, bu isimle dua edildiği zaman duanın mutlaka kabul edileceği bildirilmektedir (Ebû Dâvûd, Vitr, 23). Fakat Allah’ın en büyük isminin hangisi olduğunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü bu hadislerin bir kısmında lafza-i celâl olan “Allah” ismi, bir kısmında ise “Rahmân, Rahîm”, “Hayy Kayyûm”, “Zü’l-celâli ve’l-ikrâm”, “Mennân” isimleri Allah’ın en büyük ismi olarak belirtilmektedir. Dolayısıyla İsm-i A’zam’la ilgili rivayet edilen hadislerin bu isim aracılığıyla duaların kabul edilmesi hedefine yönelik olduğu söylenebilir.

Allah’a teslimiyet

Allah’ın peygamberleri aracılığıyla insanlığa gönderdiği vahyin hedefi, insan aklını, gönlünü ve inancını her türlü şüphe ve şaibeden arındırmak (ihlas), insanın Yaratıcısına karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmesini sağlamak (takva) ve insanlık için Yüce Allah’ın tayin ettiği ölçülere göre bir dünya hayatı tesis etmektir. Böylece bir taraftan kâinatı müşahede ederek ve inceleyerek tabiatın düzenini keşfetmekle emrolunan insanoğlu, diğer taraftan bu düzeni yaratan Allah’a teslim olmaya, kulluk ve taatıyla da bu teslimiyetini göstermeye davet edilmiştir. Bu davet, tarih boyunca Allah tarafından insanlar arasından seçilen peygamberler vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Peygamberimiz de müşriklerin savunduğu temel ilkeleri, putları, tanrıları din ve inanç adına bildiklerini kökünden reddederek tevhidi, Âlemlerin Rabbi’ne teslimiyeti tebliğ etmiştir. Müminlere, ibadet ederken tazimle Allah’a yönelmenin önemini, yani O’na itaat ve teslimiyete odaklanmayı öğretmiştir.

Müslüman ahlakının gereği olarak merhamet

Cenab-ı Hakk’ın kullarına bahşettiği en değerli nimetlerden biri de merhamet duygusudur. Merhamet, Rabbimizin “Rahmân” isminin bir tecellisidir. Merhamet, kalp inceliği ve gönül yumuşaklığıdır. Şefkatli ve insaflı davranmaktır. Merhamet, kalpleri kin, öfke ve intikam gibi hastalıklardan temizlemektir. Gönülleri sevgi, saygı ve affın güzelliğiyle tezyin etmektir. Can taşıyan her bir varlığa hatta bütün kâinata muhabbet nazarıyla bakmaktır. Şiddet, öfke, kin ve nefretin yürekleri işgal ettiği günümüzde merhamet medeniyetinin birer mensubu olarak bize düşen, Rahmet Peygamberi’nin mesajlarına yeniden sarılmaktır. “Ben ancak rahmet olarak gönderildim.” (Müslim, Birr, 24) buyuran Allah Resûlü’nün ilim, hikmet ve irfan mektebinde gönüllerimizi eğitmektir. Asrımızın en büyük hastalığı hâline gelen merhametsizliği bir tarafa bırakarak; eşimize, çocuğumuza, ana-babamıza, yaşlılarımıza, çevremize ve bütün canlılara karşı vicdanlı ve merhametli olalım. Ailemiz ve toplumumuz merhamet ocağı olsun.

İsra ve miraç lütuftur

İsra, Hz. Muhammed’in (sas) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yaptığı gece yolculuğudur. İsra, müminin Rabbin yolunda manevi olarak ilerlemesidir. Mirac, Yüce Mevla’nın sonsuz ayet ve kudretini müşahede etmek için semaya kadar uzanan, içerisinde pek çok ilahi hikmet ve bereketi barındıran manevi bir yolculuktur. Miraç, her zorlukla beraber bir kolaylığın olduğuna inanmayı, Rabbimizin rahmetinden ümitvar olmayı öğretir. Miraç, sevdiklerini kaybeden, sıkıntılara sabreden Hz. Peygamber’e (sas) Allah Teâlâ’nın ikramı ve tesellisidir. Miracı anlayan mümin, zamanın ve mekânın yegâne sahibi olan yüce Allah’ın birliğine ve büyüklüğüne şahitlik eder. Miracı anlayan toplum, hak, adalet, dürüstlük, merhamet, kardeşlik ve fedakârlık gibi erdemlerle yücelir. Kandil vesilesiyle geçtiğimiz sene depremlerde hayatını kaybeden kardeşlerimize rahmet diliyor, Rabbimizden milletimizi, ülkemizi ve tüm insanlığı başta deprem olmak üzere her türlü afetten muhafaza etmesini niyaz ediyoruz.

Allah, âlemlerin yegâne sahibidir

Allah Teâlâ, âlemlerin Rabbidir. Kâinatı ve içindekileri yoktan var eden, yaşatan ve yöneten O’dur. Göklerin ve yerin mülkü yalnızca Allah’a aittir. O, her şeyden haberdardır; hiçbir şey O’na gizli değildir. Allah, sonsuz güç ve kuvvet sahibidir. Bir şeyi dilediğinde “Ol!” der, dilediği şey de hemen oluverir. Allah, ezelîdir, varlığının başlangıcı yoktur. O, ebedîdir, varlığının sonu da yoktur. Allah, her şeyi hakkıyla işiten ve görendir. Allah’ın mağfireti boldur. Kulları tövbe ettiğinde onların günahlarını affeder. Bununla birlikte günah ve isyanda ısrar edenlere karşı ise azabı çetindir. Allah’ın mahlukatına karşı sevgisi çoktur; onlar için temiz ve güzel nimetler yaratmıştır. Allah’ın rahmeti çoktur; merhametine sığınanları korur. Hayatı ve ölümü, dünya hayatını imtihan yeri olarak yaratan O’dur. Allah, mutlak adalet sahibidir. Öldükten sonra bizleri diriltecek, yapıp ettiklerimizden hesaba çekecek, hak edene hak ettiğinin karşılığını eksiksiz verecek olan O’dur.

Sahabenin öncülerinden Habbâb b. Eret

Peygamber Efendimize ilk inananlardandı Habbâb b. Eret. Çileli Mekke döneminde en çok sıkıntı çekenlerden biriydi. Kolları ve ayaklarını bağlayıp kızgın demirlerle tüm vücudunu dağlayan müşrikler, ona saatlerce en acımasız işkenceleri yaparlardı. Tahammül sınırlarını aşan bu işkenceler vücudunda kalıcı izler bırakmıştı. Öyle ki yıllar sonra onun sırtını gören Hz. Ömer, o güne kadar hiç bu kadar çok ve derin yara izi görmediğini itiraf etmişti. Bu eziyetler hiç yıldırmadı Habbâb’ı, hak mücadelesinden alıkoyamadı. Güçlü imanıyla örnek bir şahsiyet olan Habbâb, Müslümanların zenginleşip refaha erdikleri dönemlere de erişti. Fakat bu günleri göremeden vefat eden kardeşlerinin sızısı vardı hep yüreğinde. Bir yandan tüm mükâfatını bu dünyada almış olmaktan endişe ediyor, bir yandan da yokluk içerisinde yaşayıp şehit olan dostlarına karşı mahcubiyet hissediyordu. Bu yüzden hastalığının son günlerinde kendisi için hazırlanan güzel kefeni kabul etmeyip basit bir kefenle gömülmeyi tercih etti.

Peygamber aşkının sanata yansıması olarak hilyeler

İslam sanatlarında Peygamber sevgisi çeşitli şekillerde tezahür etmiş; şiirde, tezhipte, hat sanatında, musikide bu sevginin emareleri ortaya konmuştur. Hilyelerde de bu sevgi ileri estetik boyutlara varmıştır. Hilye; Peygamberimizin sözle anlatıldığı, tasvir edildiği levhadır. Hat sanatında ortaya konulan merhalenin en güzel örnekleri de hilyelerde temayüz etmiştir. Hilyeler bereket, huzur ve düzenin sembolü olarak evlerin duvarlarını süslemiş, Peygamber sevgisinin bir nişanesine dönüşmüştür. Özellikle Türk kültüründe yaygın olan hilye-i şerif geleneği, Osmanlı hattatlarının özel olarak ilgilendiği bir sanattır. Tarih içinde muhtelif versiyonları üretilen hilyeler genel olarak belli terkiplerden oluşmaktadır. Hilyelerin baş makamında besmele, daire veya oval gövdede metin, ortada yaygın bir kullanım olarak Hz. Peygamber’i temsil eden güneş ve onun çevresinde hilaller, köşelerde dört halifenin isimleri, ayet kısmında Peygamberimizle ilgili ayetler, etek kısmında ise dualar yer alır.

Diş dolgusu, kaplatmak vb. Abdeste ve gusle engel olur mu?

Tedavi amacıyla diş doldurtmak veya kaplatmak caizdir. Dolgu, kaplama, tel taktırma, implant yaptırma veya sabit protez, abdest ve guslün sıhhatine engel olmaz. Ancak çıkarılıp takılabilen dişlerin gusül abdesti esnasında ağzı yıkarken çıkarılması gerekir. Diş dolgusu yapıldıktan ve dolguyu korumak için üstü de kaplandıktan sonra, dolgu ve kaplamanın dışı, dişin dış kısmı hükmünü alır. Bu sebeple, ağız yıkanınca, kaplama yapılan dişler de yıkanmış sayılır. Bu nedenle kişi, tedavi amaçlı olarak dişlerine dolgu veya kaplama yaptırabilir ve abdest ya da gusül alıp, ibadetlerini yapabilir. Söz konusu tedavinin abdestsiz, cünüp veya âdetli iken yapılması da alınacak abdest veya guslün geçerli olmasına engel olmaz. Bu bağlamda Hanefi mezhebine bağlı olan ve diş dolgusu yaptıran bir kimsenin abdest, gusül ve namaz ibadetinde Şâfiî, Mâlikî gibi diğer mezhepleri taklit etmesi ve bu gibi ibadetleri bu mezheplerin esaslarına göre yerine getirmeleri gerekmez.

Şirk: En büyük zulüm

Kur’an’ın ana konusu ve hedefi, tevhid inancını yerleştirmektir. Şirk de tevhid inancının karşısındaki en büyük engeldir. Bu nedenle şirk olgusu, çeşitleri, müşrikler ve onların sergiledikleri olumsuz davranışları ele alan ayetler Kur’an’da oldukça önemli bir yer tutar. Dinî bir terim olarak şirk, Yüce Allah’ın kendisinde, niteliklerinde, eylemlerinde ve O’na yönelik kullukta bir ortağı olduğunu kabul etmek veya Allah’a özgü bir niteliği herhangi bir varlığa vermek anlamına gelir. Rabbimiz, ister dünyada isterse ahirette bütün günahları bağışlayabileceğini (Zümer, 39/53) bildirmiştir. Ancak şirki, yani Allah’a eş, benzer ve ortak kabul edenleri bundan ayrı tutmuştur. Doğru yolu gösteren peygamberlerin ve vahyin gelişinden sonra şirk içinde kalmaya devam edenleri bağışlamayacağını şöyle bildirmiştir: “Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; dilediği kimselerin bunun dışındaki günahlarını bağışlar…” (Nisâ, 4/48)

Güzel ahlakın hayata yansıyan yüzü: Doğruluk 

Yüce dinimiz İslam, istikamet üzere, dosdoğru bir ömür geçirmemiz için bizlere gönderilmiştir. Yüce Rabbimiz, niyet ve inancımızda, söz ve davranışlarımızda doğru ve dürüst olmamızı emretmiştir. Bununla birlikte İslam, yalanı ve yalana götüren hiçbir davranışı tasvip etmez. Şaka bile olsa yalan söylemeyi, insanları eğlendirmek için dahi yalan konuşmayı hoş karşılamaz. Doğruluk, imanın özü, müminin şiarıdır. Yalan, toplumun huzurunu bozan, insanları birbirine düşüren kötü bir hastalıktır. Doğruluk, ailede güveni tesis eder, sevgi ve saygıyı kalıcı kılar. Bin bir emekle kurulan yuvaları dağıtan ise bir yalandır. Doğruluk, ticaretin bereketi; yalan ise felaketidir. Dürüst ve güvenilir tüccar, peygamberler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir. Doğruluk, mal ve mülkü hayırlı kılar. Yalanla kazanılan maldan hayır gören yoktur. Sözü doğru olanın işi doğru olur. İşi doğru olanın kalbi doğru olur. Kalbi doğru olanın dini doğru olur. Dini doğru olanın varacağı yer ise ancak cennettir.

Kandillerde oruç tutmak

Hz. Peygamber (sas), “Şaban’ın ortasında (Berat gecesi) ibadet ediniz, gündüz oruç tutunuz. Allah, o gece güneşin batmasıyla dünya semasına (rahmeti ile) tecelli eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu benden af isteyen onu affedeyim, yok mu benden rızık isteyen ona rızık vereyim, yok mu bir musibete uğrayan ona afiyet vereyim...’ buyurur.” (Tirmizî, Savm, 39) demiştir. Benzeri rivayetlere de dayanarak bazı İslam âlimleri, faziletli sayılan diğer gecelerin ibadetle ihyasının ve kandil gecelerinin gündüzlerinde yani geceyi takip eden günde oruç tutmanın müstehap olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü dinî açıdan güneşin batmasıyla önceki gün sona erer ve yeni bir gün başlar. Gece gündüzden önce gelir. Mesela “Receb’in ilk cuma gecesi” dendiği zaman perşembeyi ilk cumaya bağlayan gece (akşam vaktinden sabah vaktine kadar olan süre) anlaşılır. Bu itibarla kandil geceleri için tutulan nafile oruçların asıl zamanı geceyi takip eden gün olmakla beraber, daha önceki günle birlikte oruç tutulabilir.

Nifak: içi başka, dışı başka olmak 

Kişinin kâfir olduğunu gizleyerek mümin gibi görünmesine nifak, böyle bir yanlış ve kötü tutum içinde olana ise münafık denir. Münafıklar, kalbiyle inkâr ettikleri hâlde bunu gizleyerek kendilerini mümin gibi gösterirler. Söz ve davranışlarıyla mümin gibi gözüktükleri için toplum içinde kargaşaya ve fitneye sebebiyet verirler. Münafıklar, Allah’ı ve inananları aldatmaya çalışırlar. Esasında farkına varmadan kendilerini aldatırlar. Çünkü onlar, ikiyüzlü olmaları sebebiyle kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atarlar, hem dünyalarını hem de ahiretlerini zindana çevirirler. Kalplerinde hastalık bulunan münafıklar, müminlere karşı kin ve nefret beslerler. Dünyalık bir menfaat gördüklerinde hemen müminlerin tarafına geçerler. Bunu yaparken de İslam’ı ve dinî değerleri istismar etmekten çekinmezler. Ancak menfaatlerine ters bir durumla karşı karşıya kaldıklarında ya da nefislerine hoş gelmeyen bir şeyle karşılaştıklarında müminleri hemen terk ederler.

Toprağın babası

Varını yoğunu Mekke’de bırakan Hz. Ali’nin imkânları kısıtlıydı. Peygamber kızı Hz. Fâtıma ile evlenmek istiyordu ama ona mehir olarak bir zırh ile atından başka verebileceği bir şeyi yoktu. Tereddüt içinde kaldı, Resûl’ün huzuruna varamadı. Cesaretini toplayıp yanına gittiğindeyse nutku tutuldu, konuşamadı. Peygamber terbiyesiyle yetişen, güzel yüzlü bu genç, ilmi ve ahlakıyla Resûlullah’ın gönlünü çoktan kazanmıştı oysaki. Kızını onunla evlendirdi Hz. Peygamber ve onları mescidin yanı başına yerleştirip kendine komşu eyledi. Bir gün Resûlullah uğradığında Hz. Ali evde yoktu. Hz. Fâtıma ile aralarındaki kırgınlıktan dolayı öğle uykusunu evinde uyumamıştı. Damadını mescitte uzanmış, toza toprağa bulanmış hâlde bulan Allah Resûlü “Kalk ey toprağın babası (Ebû Turâb)” sözleriyle uyandırarak üstünü temizlemesine yardım etti. Ne bir soru sordu eşiyle arasında geçenlere dair ne de bir yargılamada bulundu. Hz. Ali onun bu güzel yaklaşımını hiç unutmadı. “Ebû Turâb” en sevdiği künyesi oldu.

Noktadan sanata hat

Kur’an-ı Kerim’i anlamanın ve onunla amel etmenin yanı sıra okunacağı zaman en güzel şekilde okumak, yazıldığı takdirde en güzel şekilde yazmak, kitap hâline getirirken en güzel şekilde tertip edip süslemek arzusu, geleneksel İslam sanatlarının doğmasını sağlamıştır. İslam sanatlarından olan hat sanatının doğuşunu hattatlar, Kur’an’ın nüzulünü başlatan ilk hitaba, “Oku!” emrine bağlar. Hat, Kur’an-ı Kerim ile sanat olmuştur. Hat için; “Cismani aletlerle icra edilen ruhani bir hendesedir.” denilir. Yazılacak metnin belli olmasına, harflerin yazılışının kaidelere ve ölçüye bağlı olmasına rağmen her harfin nokta hesabıyla bir ölçüsü vardır. Ruhu olan bir hüviyete bürünmesi hattı, hüsn-i hat yapar ve yüzyıllardır devam edegelen bir sanata dönüştürür. Esma-i hüsna, hilye-i şerif, ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler, kelam-ı kibarlar, beyitler hat sanatının en önemli malzemesidir. Bunca kıymeti bir araya getirecek olan adanmış bir ruh, yazıyı iptidai hâlden alır, noktadan sanata götürür.

İbadetin sevabı, başka bir kimseye bağışlanır mı?

Kişi, sevabı ölen kimsenin ruhuna bağışlanmak üzere her türlü ibadet ve hayrı yapabileceği gibi, çeşitli vesilelerle dua da edebilir. Bu çerçevede kişi, okuduğu Kur’an-ı Kerim’in, kıldığı namazın, tuttuğu orucun veya işlediği bir hayrın sevabını başkasına bağışlayabilir. İster sağ, ister ölmüş olsun, kendisine sevap bağışlanan kimsenin bundan yararlanacağı umulur. Başkası tarafından bağışlanan sevapla, bir kimsenin bizzat yapması gereken ibadet borçları ödenmiş olmaz. Çünkü sorumluluk ferdîdir ve herkes öncelikle kendi ameliyle hesaba çekilecektir. Fakat, bunlar iyilik ve sevaplarının çoğalmasına ve derecesinin yükselmesine vesile olabilir. Zira Hz. Peygamber (sas), kişinin ölen anne-babası için dua etmek, istiğfar dilemek, vasiyetlerini yerine getirmek, dostlarına hürmet edip ikramda bulunmak ve akrabaları ile ilgilenmek gibi iyilikleri yapabileceğini belirtmiştir (Ebû Dâvûd, Edeb, 130).

Eyyâm-ı biyd

Eyyâm-ı biyd; ‘beyaz aydınlık günler’ demektir. Bu ifade ile ayın en parlak olduğu hicri ayların 13, 14 ve 15. geceleri kastedilmektedir (Buhârî, Savm, 60). Ay, bu gecelerde tam olarak göründüğü ve geceleri her zamankinden daha çok aydınlattığı için bu isim verilmiştir. Resûlullah (sas), her ayın bu günlerinde oruç tutmayı tavsiye etmiş (Ebû Dâvûd, Savm, 69) ve o günlerde oruç tutmanın senenin tüm günlerini oruçlu geçirmek gibi olduğunu belirtmiştir (İbn Mâce, Sıyâm, 29). Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir: “Bana dostum (Resûlullah) (sas) üç şey tavsiye etti: Her ay üç gün oruç tutmak, iki rekât kuşluk namazı kılmak ve uyumadan önce vitir namazı kılmak.” (Buhârî, Savm, 60) Hafsa (ra) da şöyle demiştir: “Dört şeyi Resûlullah (sas) hemen hemen hiç terk etmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce’nin ilk on gününün orucu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah namazının farzından önce iki rekât namaz.” ( Nesâî, Sıyâm, 83)

İnfak: hemen, şimdi!

“İnsan aldıkça değil verdikçe mutlu olur.” Günümüzde mutluluk üzerine yapılan araştırmalar bu kadim bilgiyi doğrulamaktadır. İnsan bir yandan nefsinin mal biriktirme arzusu, diğer yandan ruhu ve vicdanının paylaştıkça çoğalma çağrısı arasında gelgitler yaşar. Hatta vermek için zenginleşmeyi ya da hayat gailesinin bitmesini bekler. Oysaki insanı olgunlaştıran, henüz zengin değilken ve geçim kaygısı çekiyorken paylaşmaktır. Az iken infakın zevkine varamayan, malı çoğaldığında da vermeye kıyamayacaktır. Ne var ki ecel kapıyı çaldığında çok geç olabilir. Temenni edilen sadaka ve hayırlar boş bir hayal olarak kalabilir. Hz. Peygamber “Asıl sadaka, sağlıklı iken ve fakirlik endişesi ve zengin olma hırsı ile hareket ederken verdiğindir. Bu işi can boğaza geldiği âna kadar erteleme!” (Buhârî, Vesâyâ, 7) buyruğuyla infakın hemen ve şimdi yapılması gerektiğini hatırlatır. Fakir sahabilerin hamallık yaparak elde ettiği kazançla sadaka vermesi (Buhârî, Zekât, 10), bizler için ne güzel örnektir!

Üç aylarda yapılacak ibadetler

Recep, Şaban ve Ramazan, halk arasında üç aylar olarak bilinen kamerî aylardır. Mübarek gecelerin çoğu bu zaman diliminde yer aldığı için Müslümanların manevi hayatında üç ayların özel bir yeri vardır. Recep ayının ilk cuma gecesi Regaib, yirmi yedinci gecesi Mirac gecesidir. Şaban ayının on beşinci gecesi Berat, genel kabule göre Ramazan’ın yirmi yedinci gecesi ise mübarek Kadir gecesidir. Ramazan’dan sonra en değerli oruç, Recep ve Şaban aylarında tutulan oruçtur. Peygamberimiz Ramazan’dan sonra en çok Şaban ayında oruç tutmuştur (Buhârî, Savm, 52). Kur’an-ı Kerim’in indiği ve oruç ibadetinin tahsis edildiği bir ay olan Ramazan ayının da bu aylar arasında olması, üç ayları diğer aylardan farklı kılmıştır. Bu ayların feyzinden yararlanmak isteyen Müslüman, kendisine çekidüzen vermeli, geçmişinin bir muhasebesini yaparak geleceğe daha gayretli olarak yönelmelidir. Hatalarını düzelterek iyilikleri çoğaltmalı, imkânları ölçüsünde ihtiyaç sahiplerini koruyup gözetmelidir.

Küfre götüren söylem ve eylemlerden uzak duralım!

Yüce dinimiz İslam, güzel ve doğru söz söylememizi, davranışlarımızın hak ve hakikate uygun olmasını emreder. İnançsızlığı, dinî değerleri alaya almayı veya hakaret etmeyi yasaklar. Dinin kesin esaslarından birisinin bilerek inkâr edilmesi, hafife ya da alaya alınması, kişinin dinden çıkmasına sebep olur. Mesela, Allah’a, Peygamber’e, Kur’an’a ve dinen mukaddes olan değerlere -haşaküfreden, Kur’an’ın tamamını veya bir ayetini inkâr eden, peygamberlerin tamamına inanmayan, meleklerin bir kısmını kabul etmeyen, ilahi kitapların Allah katından geldiğini kabul etmeyen, ahireti inkâr eden, kader ve kazayı reddeden kişi İslam dininden çıkmış olur. Yine namaz, oruç, zekât, hac gibi emirleri inkâr etmek, faiz, zina, adam öldürme, alkol gibi Rabbimizin yasakladığı şeylerin haram olmadığını kabul etmek kişiyi küfre götürür. İman ettiği hâlde İslam’ın emirlerini yerine getirmeyen, yasaklarından kaçınmayan kişi günahkâr olur. Ancak bu emir ve yasakları inkâr eden dinden çıkar kâfir olur.

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX



Allah rızasını aramak
Dinin esasını Allah ile kul ilişkileri oluşturur. Kul, kendisini ve her şeyi yaratan Allah’ın iradesi doğrultusunda hareket edecek; Allah da kuluna her iki dünyada mutlu bir hayat bahşedecektir. Kulun bu sonucu elde etmesi için tek şart, Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu kazanmış olmasıdır. Allah rızasını kazanmanın en kestirme yolu, hayata bütünü ile O’nun istediği biçimi vermektir. O’nun boyası, bütün yapılıp edilenlerde hâkim renk olmalıdır. Böyle bir tabloyu oluşturmanın yolu Kur’an ve sünnetten geçer. Kur’an, insanı en doğru yola götürür ve iyi işler yapanlara büyük mükâfatı müjdeler; Hz. Muhammed a.s. ise bu yoldaki bizlere en güzel örnektir. Allah rızası ile bir arada en çok zikredilen salih amel “infak”tır. Başta zekât olmak üzere, bütün sadaka türlerini içine alan infak kavramı, müminin dünyaya bakış açısını tanımlayan bir kıstas niteliğindedir. Allah rızasını kazanmanın temelinde samimiyet ve dürüstlüğün yer aldığı salih ameller örgüsü vardır.

Yolcu yolunda gerek
Biz bu hayatta, maddi varlığımızla anne rahminden toprağa uzanan bir yolun yolcularıyız. İnanç ve hayat tarzımızla da bir yolda seyrediyoruz. Bu anlamda bizler, Allah yolunun yolcularıyız. Zira hayatın ancak bu şekilde anlamlı olacağına inanırız. Kıldığımız namazlarda hep doğru yolda kalmayı niyaz ederiz. Hak yolda yürürken bazen zemin kaygan bir hâle gelebilir, ayaklarımız sürçebilir. Ama bu yolculukta bizler yalnız değiliz. Aksine Rabbimizin yardımı, desteği, koruma ve kayırması hemen yanı başımızdadır. Bu yüzden O’ndan daima azim ve kararlılık diler, ayaklarımızı sabit kılmasını için “Rabbimiz! Ayaklarımızı kaydırma, kâfirler topluluğuna karşı bize zafer lütfeyle.” (Bakara, 2/250) diyerek dua ederiz. Hayatta hangi yolu takip edersek edelim, Allah’a varacak ve O’nun huzurunda toplanacağız. Bundan kaçışımız yoktur. Ancak burada önemli olan O’nun razı olduğu yoldan O’na varmaktır. Rahmet Elçisi’nin izini takip ederek O’na kavuşmaktır.

Allah bize yeter, o ne güzel vekildir
İnsan hayatın dağdağasında bazen kaybolur, yönünü bulamaz. Bu belirsizlik durumunda olmadık çarelere başvurur çıkış yolunu bulabilmek için. Oysa şaşmaz bir pusula gibi hakikati gösteren kitabımızın rehberliğine başvursak tüm endişeli bekleyişler sona erer, güven ve huzur içinde yola devam ederiz. Ne zaman başımız sıkışsa hatırlamamız gereken “Kim Allah’a tevekkül ederse O, kendisine yeter.” (Talak, 65/3) ayetidir. Nasıl bir güvence sunuyor bize Âlemlerin Rabbi, farkında mıyız? Zira her şey ancak Allah’ın takdir ve nasip etmesiyle gerçekleşir. Bundan dolayı kalbinde hakiki iman yerleşen kişi çalışır, çabalar ama endişe etmez. İşin sonunu Allah’a bırakır ve nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın neticeye razı olur. Tevekkül atıl bir şekilde boyun büküp Allah’tan ummak, çalışmadan çabalamadan istemek değildir. Tevekkül, insanın üzerine düşen vazifeleri yerine getirdikten sonra aracılara ve sebeplere değil Allah’a dayanıp güvenmesidir.

Edep ne büyük zinettir
Varlık âleminde insan ve şeytandan başka her şey haddini ve hakkını bilmekte; edebe riâyet etmekte ve kâinâtın düzeni bu sâyede devam etmektedir. Nitekim gök cisimleri edebe riâyetleri sebebiyle aydınlık, melekler de edebleri sebebiyle mâsûm ve temizdirler. Gerçekten insanı insan kılan, edeb ve hayâdır. İçinde yaşadığımız 21. yüzyılda, insan olarak yaşamak, birbirimizin farkına varmak ve gerçek mutluluğu soluklamak için edebe ne kadar muhtaç olduğumuz açıktır. Edeb, yazılı ve sözlü öğretimden çok, örnek olmak suretiyle görerek kazanılan bir değerdir. Bu değerin nesillerimize aktarılması ise hepimizin görevidir. Nitekim Allah Teâlâ’nın “canlarımızı ve evlatlarımızı cehennem azâbından korumayı” (Tahrim, 6) emrettiği âyet-i kerîmenin tefsiri sadedinde Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “Hiçbir baba çocuğuna edebden daha değerli bir şey kazandıramaz.” (Tirmizî, Birr, 33) Bu âyet ve hadîsi merkeze alan şu şiir de âdetâ bir hayat düstûru gibidir:
Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan
Giy o tâcı emin ol her belâdan

Ruh Rabbinin emrindedir
Peygamberimiz (s.a.s) ashabıyla birlikte Medine’de bir tarlada bulunurken yanına birkaç Yahudi geldi. Peygamberimize, “Yâ Eba’l-Kâsım! Bize ruhtan bahset!” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s) bir müddet bekledi. Sonra da o esnada nazil olan şu ayeti okudu: “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir ve size pek az bilgi verilmiştir.” (Buhârî, İ’tisâm, 3; İsrâ, 17/85) Ruh; can, nefes, güç demektir. İnsanın özünü oluşturan, onu insan yapan ve ona canlılık veren soyut varlıktır. Bizler can ile ruhu aynı anlamda kullanmışızdır. “Can çıkmadan huy çıkmaz” derken, ruhun bedenden ayrılmasını kastetmişiz. Ruh, vahiy meleği olan Cebrail (a.s) için de kullanılmıştır. Nitekim Cebrail (a.s) için er-Rûh ve er-Rûhu’l-Emîn denilmiştir. Ruhun bir diğer anlamı ise ilâhî vahiydir. Ruh nasıl ki bedene can katar, onu canlı kılarsa, Cebrail (a.s) ile insanoğluna ulaştırılan ilahi mesajların tümü olan vahiy de insanı canlı kılar, yani ona iki cihan saadeti verir. Ancak şu hususu da unutmayalım ki hangi anlamda kullanırsak kullanalım ruhun gerçek mahiyetini ancak Allah bilir.

İslam dininin öncü müesseseleri rasathaneler
İnsanoğlu gökyüzünü hayranlıkla seyretmiş, ona olan merakı hiçbir zaman sona ermemiştir. Hz. İbrahim’in daha küçük yaşta gökyüzüne bakarak Rabbini bulması Kur’an-ı Kerim’de yer alan önemli kıssalardan biridir. (En’âm, 6/75-79) Gökyüzüne duyulan bu ilgi ve merak insanları astronomi alanına yönlendirmiştir. İşte gökyüzü ve gök cisimlerini incelemek üzere kurulan kurumsal yapıların başında “rasathaneler” gelmektedir. Rasathaneler, genellikle kubbesi açık şekilde inşa edilmiştir ve bu kubbenin kendi etrafında 360 derece dönmesi sağlanmıştır. Rasathaneler, İslam medeniyetine öncülük eden müesseselerdir. Astronomi alanında ilk kurumsal yapıları Müslüman devlet ve toplumlar inşa etmiştir. Bugün bu alanda batıda kullanılan teknolojik birikimin alt yapısı yine İslam uygarlığına aittir. Nitekim Bağdat’ta kurulan Şemmasiye Rasathanesi ve Şam’da kurulan Kasiyun Rasathanesi insanlık tarihinin en eski rasathaneleridir. Ayrıca, Melikşah, Merağa, Semerkant ve İstanbul rasathaneleri, önemli görevleri icra etmiştir. Anadolu’muzda Caca Bey ve Kırşehir Vacidiye Medresesi, önemli rasathanelerdendir.

Utanmadıktan sonra dilediğini yap
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) bir defasında ashabına şöyle nasihat etmiştir: “İnsanlık, ilk günden beri bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri bir söz bilir: Şayet utanmıyorsan, dilediğini yap!” (Buhârî, Edeb, 78) İslam ahlakının özü hayâdır, yani utanma duygusudur. Mümini daima iyiye ve güzele sevk eden ahlaki bir erdemdir. Peygamberimizin buyurduğu üzere “Hayâ, imandan bir parçadır.” (Müslim, Îmân, 57) Hayâ, insanı nezaket ve zarafet sahibi kılar. Arsızlık ve utanmazlık ise kişiyi kötüye ve günaha sevk eder. Rabbimiz hayâ sahibidir; kullarından da hayâ sahibi olmalarını istemiştir. Kötü ve kaba söz söylemek, edebe aykırı davranışlar sergilemek Müslümana yakışmaz. Zira “Müslüman, elinden ve dilinden insanlara zarar gelmeyen kişidir.” (İbn Hanbel, VI, 22) Ancak unutmayalım ki hayâmız, İslami ve insani sorumluluklarımızı yerine getirmemize, hak ve hakikati söylememize, iyilik yapmamıza asla engel olmamalıdır. Yine edebe aykırı söz söylemek ve ahlaksız davranışlar sergilemek, cesaret, özgüven ve özgürlüğün göstergesi de değildir; olsa olsa ancak hayânın eksikliğidir.

İman edenlerin dostu: el- Veli
En güzel isimler Allah’a aittir. Rabbimizin bu güzel isimlerinden biri de Velî’dir. Allah Velî’dir; yani müminlerin dostudur, yardımcısıdır ve koruyucusudur. Allah’ın bir ve tek olduğuna, kâinatı yaratıp yönettiğine gönülden inanıp salih amel işleyenler ve en güzel ahlak olan Peygamberimizin ahlakını kuşananlar, Allah’ın manevi yakını yani evliya olurlar. Günlük hayatta veli kelimesini çok kullanırız. Mesela çocukların velayeti anne-babasındadır. Okulda öğrencimizin velisiyizdir. Esasında müminlerde birbirlerinin velisidir. Birbirlerine sahip çıkarlar, birbirlerini koruyup gözetirler. İyiliğe teşvik eder, kötülükten alıkoyarlar. Peki, Allah bir kulun velisi olursa! Velisi Allah olan bir müminin yolu sırat-ı müstakîm olur. Kalbi huzurla, gönlü nurla dolar. Aklı berrak olur. Daima Rabbini yanı başında hisseden mümin, kötü söz söylemez, yanlış davranışlar sergilemez. Günaha düşmez, hata işlese dahi hemen tövbe eder. Cenâb-ı Hak velisi olduğu mümini ise dünyevi ve uhrevi bela ve musibetlerden emin kılar. Dünyada nimetleriyle ahirette cennetiyle mükâfatlandırır.

Kıraat ilminde iz bırakan isim: Hafız Ali Üsküdarlı
Osmanlının son dönemine yetişen, Cumhuriyet döneminde ise Kur’an tilaveti, kıraat ilmi ve hafızlık eğitimi konusunda öncü olan âlimlerimizin başında Hafız Ali Üsküdarlı gelmektedir. Hafız Ali, 1885 yılın İstanbul Üsküdar’da doğar. Eğitimini de burada tamamlar. İlim yolculuğunda dört önemli isim ona rehberlik eder: Üsküdar Selimiye Camii İmam Hatibi Hasan Fehmi Efendi, Selim Camii İmamı Reisülkurra Hafız Ahmet Efendi, Serezli Hafız Şükrü Efendi ve Reisülkurra Varnalı Ahmet Efendi. Hafız Ali Efendi, Karaköy Yeraltı Camiinde vazife yapmıştır. Bu cami onun için hem namaz kıldırdığı bir mekân hem de Kur’an talebeleri için hazırladığı bir eğitim yuvasıdır. Bu güzide okuldan sayısız Kur’an talebesi eğitim-öğretim görmüştür. Hafız Ali Efendi aynı zamanda Musiki bilgisini Kur’an tilaveti ile birleştirmiş müstesna bir şahsiyettir. O, İstanbul İmam-Hatip Okulu’nda herkesin gönlüne taht kurmuş bir öğretmendir. Hakeza İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde dersler veren bir muallimdir. Hafız Ali Üsküdarlı 1976 yılında aramızdan ayrıldı ve Sahrayıcedid mezarlığına defnedildi.

Evlatlık öz babasından miras alabilir mi?
Bir kişinin kendi soyundan olmayan bir çocuğu kendi çocuğu gibi kabul etmesine evlatlık edinme denir. Kur’an-ı Kerim’de evlatlık edinme hakkında şöyle buyrulmaktadır: “…Allah, evlatlıklarınızı öz çocuklarınız gibi kılmamıştır…” (Ahzâb, 33/4) Kimsesiz çocukların evlatlık adı altında hayırsever kimseler tarafından bakılıp büyütülmesi mümkündür. Peygamberimiz (s.a.s) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: “Ben ve yetime kol kanat geren kimse iaret parmağıyla orta parmağını göstererek cennette böyle yan yana olacağız.” (Buhârî, Talâk, 25) Ancak evlatlık alınan kimse öz evlat gibi değildir. Evlatlık alan ile evlatlık alınan kişi arasında mahremiyet sınırlarına dikkat edilmelidir. Evlat edinenle evlatlık arasında tek veya çift taraflı bir mirasçılık ilişkisi yoktur. Aralarında mirasçılık söz konusu olmadığından, evlat edinenler hayatta iken diledikleri kadar malı evlatlık olarak büyütülen çocuğa hibe edebilecekleri gibi, mallarının üçte birini vasiyet yoluyla da bırakabilirler. Ayrıca evlat edinilen kişi, asıl babasının nesebinden çıkmış olmadığından onun mirasında da hak sahibidir

Temel atarken veya iş yeri açarken dua
Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile. Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e, onun âline ve ashabının üzerine olsun. Ey kapıları açan Allah’ım! Bize hayırlı kapılar aç. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Bize rahmetinle helal, temiz ve bol rızıklar ihsan eyle. Rızık verenlerin en hayırlısı sensin. Bugün burada temelini attığımız inşaatı, müesseseyi hayırla ikmal ve itmam etmeyi nasip eyle. Bu teşebbüsümüzü hakkımızda hayırlı, bereketli ve devamlı eyle. Halis niyetle attığımız bu adımları boşa çıkmaktan koru. Dünya ve ahiret mutluluğuna vesile eyle. Hayırlı iş ve kazançlar elde etmeyi, bolluk ve bereketlere ulaşmayı ihsan eyle. Her türlü kötülüklerden, kesada uğramaktan, hile ve art niyetlerden, zarardan, fitnelerden, fesat, haset ve kıskançlıktan koru. Hayırlara vesile kıl, güçleştirme kolaylaştır, mübarek eyle ya Rabbi! Âmin.

BLOGA EKLEDİK SESLENDİR
Hastanın şifa bulması için dua
Hastalıklar insan için bir imtihandır, insana sağlığın kıymetini öğretir, Rabbini ve ölüm gerçeğini hatırlatır, kalbini yumuşatır, merhametini artırır. Sağlığını korumak konusunda bilinçlenmesini ve tedbirli olmasını sağlar. İslâm’a göre bir insan, hastalandığında iki şeyi birlikte yapmalıdır: Biri perhiz yapma, ilâç kullanma, gerektiğinde ameliyat olma gibi maddî tedaviye başvurmak; diğeri ise moralini bozmamak, Allah’tan şifa vermesi için dua etmektir. Peygamberimiz hastalara dua edilmesini teşvik ettiği ve kendisinin de dua ettiği hadis kitaplarında bildirilmektedir. Hz. Aişe validemizin bildirdiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.); aile fertlerinden biri hastalandığı zaman sağ eliyle hastayı sıvazlayıp; “Ey bütün insanların Rabbi olan Allahım! Bu hastanın ıstırabını gider ve ona şifa ver. Şifayı veren ancak Sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Bu hastaya öyle bir şifa ver ki, onda hiçbir hastalık izi kalmasın.” diye dua etmiştir. (Buharî, Merdâ, 20)

Ankara'da bir gönül ehli: Hacı Bayram-ı Veli
İnsanlık her dönemde kendini bilen, hak ve hakikatten haberdar olan güzel gönüllü, kemal sahibi kâmiller yetiştirmiştir. Bu güzel insanlardan birisi de Ankara’nın bir gönül eri olan Hacı Bayram-ı Veli’dir. O, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Somuncu Baba gibi erenlerin izinden yürüyen, ehlibeyt sevgisiyle dolu, fütüvvet ehli büyük bir gönül ehlidir. XIV-XV. asırlarda Ankara’da yaşayan Hacı Bayram-ı Veli, dönemin önemli velilerindendir. Hacı Bayram-ı Veli, dönemin erenlerinden Somuncu Baba lakabıyla tanınan Hamidüddin-i Aksarayi tarafından yetiştirilmiştir. Hacı Bayram’ın asıl adı Numan’dır. Hacı Bayram’ın Somuncu Baba’ya bağlanması bir Kurban Bayramı’na tesadüf etmiş ve Şeyh Hamid, Numan’a “Bayram” diye hitap ettiği için, mutasavvıf bu tarihten sonra “Bayram” ismiyle anılır olmuştur. Hacı Bayram-ı Veli olgunluk dönemini Ankara’da geçirmiş, burada kendi adıyla anılan cami ve dergâhta insanların gönül eğitimiyle meşgul olmuştur. Türbesi de yine aynı yerde bulunmaktadır.

Camide hayat bulmak
Cami, bilgi ve hikmetle hayat bulur, mamur olur. Tarih boyunca camiler, birer ilim merkezi olmuştur. Hz. Peygamber’in imar ettiği Mescid-i Nebevi’nin bir bölümü eğitim-öğretim alanıdır. Camilerin fiziksel olarak nitelikli imar edilmesi ne kadar kıymetliyse, içerisinde ilmî ve manevi imar faaliyetleri gerçekleştirmek de o derecede gereklidir. Camilerin duvarlarını, sütunlarını, kubbesini ve sair fiziki kısımlarını inşa ve imar için maddi imkânlarını seferber eden müminler, camileri insan ve toplum hayatına şekil veren merkez hâline getirmek için de aynı gayreti sergilemelidir. Cami, ibadetle hayat bulur. Ezanın duru, ve nazenin terennümüyle kalbimize dokunarak bizi namazla dirilmeye davet eder. Duaya açılan gönüllerle kendisi de hayat bulur. Cami, hayatın içinde, sorunlardan kaçmayan ve olaylara seyirci kalmayan yapısıyla, sosyal olayların gelişiminde öncü bir rol üstlenmiş ve toplumu ayrıştıran sorunların önlenmesinde önemli bir fonksiyon icra etmiştir.

Varlıkla imtihan
Mal ve mülk dünya hayatının en ciddi imtihanlarındandır. Muhammed ümmeti olarak bu imtihanın bizler için çok daha çetin geçeceğini bizzat Rasul-i Ekrem’den işitiriz: “Her ümmetin bir fitnesi (imtihan vesilesi) vardır, benim ümmetimin fitnesi ise maldır.” (Tirmizi, Zühd, 26.) Bundan, çok değil 50-60 sene öncesiyle kıyasladığımızda ülkemizin ne kadar geliştiğini ve maddi imkânlarımızın ne kadar arttığını görmek mümkündür. Hayat standardımızın yükselmesi, varlıklı Müslümanların mal ile imtihanına işaret etmektedir. “Göklerin, yerin ve içindekilerin hükümranlığı Allah’a aittir.” (Maide, 5/17.) hükmünü unutan nice Müslüman, malın kendisine “emanet” olduğuna dair bir bilinci günlük yaşamın detaylarına taşıyamamaktadır. Bugünün inananları olarak elimizdeki varlığın muhtaç kardeşlerimizle paylaşılması gereken bir emanet olduğunu geç olmadan fark edelim. Varlığımızı maddiyatla ölçmeyelim, bu dünya ile sınırlamayalım. İmtihanın dengede gizli olduğunu hatırlayalım.

Gülü seven dikenine katlanır
Bir insanın sevdiği kimse veya sevdiği iş yüzünden gelecek sıkıntılara katlanması” gerektiğini anlatmak için “Gülü seven dikenine katlanır.” deriz. Bu atasözünü genellikle etrafında kusursuz insan arayanlara ya da işlerinin sürekli tıkırında gitmesini isteyenlere böyle bir şeyin mümkün olmadığını anlatmak için kullanırız. Zaten dünya aldığımız her nefeste ve attığımız her adımla sınandığımız bir yerdir. O sebeple şikâyet etmek yerine, idare etmenin ve birbirimizi anlamanın yollarını aramak lazımdır. Sözgelimi toprakla uğraşan biri sırf ellerim nasır tutuyor diye toprakla uğraşmaktan vazgeçerse kendine başka bir meslek aramak zorunda kalabilir. Aslında bu her iş için böyledir. Zorluklarına katlanmadığımız sürece hangi iş kolunda çalışırsak çalışalım o işten verim alamayız. Üstelik insani ilişkilerimizi geliştirmek için de aynı yolu izlemek zorundayız. Sözün özü yaptığımız her işte ve insani ilişkilerimizde ilk olarak kendi gönül dünyamıza ayna tutmalıyız.

Bir erkek evli olmayan kız kardeşine bakmakla yükümlü müdür?
Rabbimiz, “Ana babaya, akrabaya iyilik edin.” (Nisa, 4/36) buyurmuştur. Allah Resulü (s.a.s.) de hadislerinde Müslümanın yakından uzağa doğru akrabasına karşı olan sorumluluğunu ifade etmiştir: “Ey Allah’ın Resulü! Kime iyilik edeyim?” diye soran sahabiye Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve sözü geçen bu kimselerden sonra gelen yakınlarına iyilik et. Bu yapılması gereken bir vazifedir. Bunlar ilişkileri devam ettirilmesi gereken yakınlardır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 28) buyurmuştur. Bu sebeple kişi, kan bağıyla bağlı olup kendileri ile evlenmesinin caiz olmadığı hısımlarına, yakınlık sırasına göre muhtaç olduklarında nafaka ödemekle yükümlüdür (Serahsî, el-Mebsût, V, 223). Kardeş ise bir ailede bütünün parçalarından biridir. Hatta kardeşler için aynı ağacın dallarıdır, denilir. Kız kardeş ise ailenin en değerli parçasıdır. Öncelikle erkek kardeşlere emanettir. Bütün bunlara baktığımızda erkeğin muhtaç durumda olan kız kardeşine bakması insani olduğu kadar dinî de bir vazifedir.

Mümin faydasız sözlerden, lüzumsuz işlerden uzak durur
Yüce dinimiz İslam, hayatımızın her alanında güzel ve faydalı şeylerle meşgul olmamızı emreder. Yaratılış gayemize uygun olarak imanla birlikte salih amel işlemeye teşvik eder. Dünya ve ahiret için faydalı olmayan, vakit ve emek israfına yol açan işlerden kaçınmamızı öğütler. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de kurtuluşa erecek olan müminler şu vasıflarla tanıtılır: “Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır. (Asr, 103/1-3) Ömür sermayemizi hayrın peşinde koşarak, Rabbimizin rızasını arayarak değerlendirelim. Dünya ve ahiret için faydalı işler yapmaya gayret edelim. Özümüz ve sözümüz bir, tavır ve davranışlarımız güzel, âkibetimiz cennet olsun. Hutbemi Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in şu duasıyla bitiriyorum: “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, huşû duymayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım.” (Müslim, Zikir, 73)

Hem seven hem sevilen: Vedud
O’nun rahmeti, affı, cömertliği vs. sadece zatından kullarına yönelik tarif edilirken Vedûd ismi iki yönlü olarak “hem seven hem sevilen” diye tanımlanmış ve Kur’an’da da açıkça O’nu her şeyden çok sevmemiz istenmiştir. Yücelerin yücesi, varlığının devamı kendiliğinden olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah Teala’nın biz kullarından böylesine yüksek bir sevgi talebi O’nun sevgisinin kalbimizde en üst noktada olmasına bizim ihtiyacımızdan dolayıdır. Gazali’ye göre bu ismin tecellisine mazhar olan insanlar kendileri için arzu ettikleri her şeyi Allah’ın bütün mahlukatı için de arzu ederler. Bu sevgi doruk noktasına ulaştığında ise kalpte sevgiye engel olacak öfke, kin vb. duygulara yer kalmaz. Böyle biri insanları sevmek için onlar tarafından sevilmeyi beklemez. Sevmek için bahaneler bulur; kızmak için değil. Sevmek için kendini zorlaması gerekmez. İnsanın bu dünyada görebileceği en saf ve pür sevgi olan Allah için sevmek de Allah’ı sevmenin doğal sonucudur.

Salânın Anlamı ve Dindeki Yeri
Bazı özel günlerde ezandan önce veya kılınacak cenaze namazını haber vermek amacıyla camilerde; “es-salâtu ve’s-selâmu aleyke ya resûlallah, es-salâtu ve’s-selâmu aleyke ya habîballah, es-salâtu ve’s-selâmu aleyke ya seyyide’l-evvelîne ve’l-âhirîn, ve selâmun ale’l-murselîn, ve’l-hamdu lillahi Rabbi’l-âlemîn” şeklinde okunan salâ (salavat) şu anlama gelmektedir: “Salât ve selâm (Allah’ın rahmet ve esenliği) sana olsun ey Allah’ın elçisi, sevgili kulu, geçmiş gelecek bütün insanların hayırlısı! Salât ve selam bütün peygamberlere olsun. Hamd (övgü ve şükür) de âlemlerin rabbi Allah’adır.” Salâ, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) selam ve övgüdür. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde Hz. Peygamber’e (s.a.s.) çeşitli durumlarda salât-ü selam getirilmesi tavsiye edilmiş (Ahzâb, 33/56; Tirmizî, Deavât, 66; Ebû Dâvûd, Vitr, 23) ise de asr-ı saâdette ne de ilk dönemlerde camilerde salâ okunmuştur. Bununla birlikte Kitap ve Sünnet’te Hz. Peygamber ve diğer peygamberlere salât getirilmesi örneklerine binaen örfümüzde değişik kalıplarda pek çok salâ metni var olagelmiştir.

Ölüm haberi duyunca
Hayat ne kadar gerçekse ölüm de o kadar açık bir hakikattir. Her canlı bir gün gelecek ölümü tadacaktır. Böylece misafir olarak geldiğimiz bu dünyadan, gerçek yuvamıza dönmüş olacağız. Sokrates’e: “Otuz zalim seni ölüme mahkûm ettiler.” dedikleri zaman: “Tabiat da onları.” demiştir. Ölümsüz ve ebedî olan ancak Allah’tır. Hayat ve ölüm, biz insanlar için tabi bir hâldir. İnsan bu hakikat karşısında Yüce Yaratıcıya sığınabilmeli ve serinkanlı olabilmelidir. Bir mümin ölümün Allah’tan geldiğini, inanan ve kötülüklerden sakınan kimseler için ölmenin Allah’a kavuşmak olduğunu bilir. Kişinin çok sevdiği yakını, tanıdığı veya dostu ruhunu teslim ettiği anda bu teslimiyeti koruması önemlidir. Bu gibi durumlarda şöyle denilmesi uygundur: “ Biz Allah’a aidiz ve tekrar O’na döneceğiz. Allah’ım! Onu salihlere ilhak et ve neslinin yerine ona yardımcı ol, onu ve bizi din gününde bağışla! Allah’ım! Onun ecrinden bizi mahrum etme, onun arkasından bizi fitneye dûçar etme!”
Peygamber'in üstün ahlakı
Eşsiz ahlakın yegane sahibi Allah Resulü (sav), âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O ahlakı ile insanlara en güzel örnek olmuştur. İslam Dini güzel ahlaka büyük önem vermiştir. Dinin özünün güzel ahlak olduğu hem Kur’an’daki ayetlerle hem de Peygamberin örnekliği ile ortaya konulmuştur. Öyle ki Peygamber Efendimiz “İslâm, güzel ahlâktır” buyurmuştur. Hz. Peygamberin güzel ahlâka teşvik eden birçok güzel sözü vardır. Hz Peygamber, yaşadığı toplumda güzel ahlakı ile biliniyordu. Onu sadece inanlar değil en azılı düşmanları dahi bu özelliği ile biliyordu. Ey Kureyş topluluğu! Size bu dağın ardında düşman atlıları var. Sabaha veya akşama, üzerinize hücûm edeceklerini söyleyecek olursam, bana inanır mısınız?" soran Hz peygambere O zamana kadar "Muhammedü'l-Emîn" dedikleri, kendisinden yalan duymadıkları için “seni tasdik ederiz” demişlerdir. Allah Rasülü (sav) Müslümanlara ahlaki güzellikleri tavsiye etmiş ve onlardan güzel ahlaklı bir toplum oluşturmaya çalışmıştır. Âişe’ye, Hz. Muhammed’in ahlakı sorulduğunda “ O’nun ahlâkı Kur’an ahlakı idi.” demiştir.
Hayatı sade yaşamak
İslâm dinine göre dünya hayatı ahiret hayatının kazanıldığı yerdir. Bu dünyada insanın istifadesine sunulmuş pek çok nimet vardır. Bundan dolayı Kur’ân Kerim’de dünya nimetleri üzerinde çokça durulmuştur. Bunlar bir yönüyle imkân iken aynı zamanda bir imtihandır. Peygamberler tarihine bir göz attığımızda hemen hemen bütün peygamberlerin, dünya ve nimetleriyle olan ilişkilerini ihmal etmeyip sürdürdüğünü ve hayatın içerisinde olduklarını görürüz. Hz. Peygamber (s.a), her hususta olduğu gibi, sade hayatı ve dünyaya bakış konusunda da bize en güzel örnekleri sunmuştur. Hz. Peygamber giyim kuşam ve yaşantıda abartıyı hoş görmemiştir. Her zaman gösterişten uzaklık ve sadeliğin tercih edilmesini istemiştir. Bu yönüyle Rasûlulla’ın (s.a) sade hayatının şekillenmesinde sosyal ve ekonomik hayatın içinde bulunmanın, çalışıp kazanmanın ve insanlara infak etmenin önemli bir yeri vardır. Hayatı sade yaşamanın gayesi, insanlara ihtiyaç sahibi olduğu izlenimi vermek veya malını harcamayıp biriktirmek değil tevazu, züht ile nefsini gurur, kibir gibi olumsuzluklardan uzaklaştırmaktır.

Veda Hutbesi: Çağları Aşan Nebevi Vasiyet
Peygamberimiz (s.a.s.), Arafat’ta büyük bir kalabalığa seslenirken, Allah’a hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurmuştu: “Ey insanlar! Biliniz ki Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir. “Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır.” buyurarak, asırlar önce kadının hakları konusunda Müslümanları uyarmıştır. O gün Peygamberimiz, faizin her türlüsünü ve kan davalarını ayaklarının altına aldığını ilan etmiştir. O gün Peygamberimiz (s.a.s.) “Ey müminler! Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız: Bunlar, Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” buyurmuştur. (Muvatta’, Kader, 3) Son Peygamber’in insanlığa vasiyeti, ümmetine emaneti, güvenli bir geleceğin teminatıdır.

Hastanın şifa bulması için dua
Hastalıklar insan için bir imtihandır, insana sağlığın kıymetini öğretir, Rabbini ve ölüm gerçeğini hatırlatır, kalbini yumuşatır, merhametini artırır. Sağlığını korumak konusunda bilinçlenmesini ve tedbirli olmasını sağlar. İslâm’a göre bir insan, hastalandığında iki şeyi birlikte yapmalıdır: Biri perhiz yapma, ilâç kullanma, gerektiğinde ameliyat olma gibi maddî tedaviye başvurmak; diğeri ise moralini bozmamak, Allah’tan şifa vermesi için dua etmektir. Peygamberimiz hastalara dua edilmesini teşvik ettiği ve kendisinin de dua ettiği hadis kitaplarında bildirilmektedir. Hz. Aişe validemizin bildirdiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.); aile fertlerinden biri hastalandığı zaman sağ eliyle hastayı sıvazlayıp; “Ey bütün insanların Rabbi olan Allahım! Bu hastanın ıstırabını gider ve ona şifa ver. Şifayı veren ancak Sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Bu hastaya öyle bir şifa ver ki, onda hiçbir hastalık izi kalmasın.” diye dua etmiştir. (Buharî, Merdâ, 20)

Ankara'da bir gönül ehli: Hacı Bayram-ı Veli
İnsanlık her dönemde kendini bilen, hak ve hakikatten haberdar olan güzel gönüllü, kemal sahibi kâmiller yetiştirmiştir. Bu güzel insanlardan birisi de Ankara’nın bir gönül eri olan Hacı Bayram-ı Veli’dir. O, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Somuncu Baba gibi erenlerin izinden yürüyen, ehlibeyt sevgisiyle dolu, fütüvvet ehli büyük bir gönül ehlidir. XIV-XV. asırlarda Ankara’da yaşayan Hacı Bayram-ı Veli, dönemin önemli velilerindendir. Hacı Bayram-ı Veli, dönemin erenlerinden Somuncu Baba lakabıyla tanınan Hamidüddin-i Aksarayi tarafından yetiştirilmiştir. Hacı Bayram’ın asıl adı Numan’dır. Hacı Bayram’ın Somuncu Baba’ya bağlanması bir Kurban Bayramı’na tesadüf etmiş ve Şeyh Hamid, Numan’a “Bayram” diye hitap ettiği için, mutasavvıf bu tarihten sonra “Bayram” ismiyle anılır olmuştur. Hacı Bayram-ı Veli olgunluk dönemini Ankara’da geçirmiş, burada kendi adıyla anılan cami ve dergâhta insanların gönül eğitimiyle meşgul olmuştur. Türbesi de yine aynı yerde bulunmaktadır.

Camide hayat bulmak
Cami, bilgi ve hikmetle hayat bulur, mamur olur. Tarih boyunca camiler, birer ilim merkezi olmuştur. Hz. Peygamber’in imar ettiği Mescid-i Nebevi’nin bir bölümü eğitim-öğretim alanıdır. Camilerin fiziksel olarak nitelikli imar edilmesi ne kadar kıymetliyse, içerisinde ilmî ve manevi imar faaliyetleri gerçekleştirmek de o derecede gereklidir. Camilerin duvarlarını, sütunlarını, kubbesini ve sair fiziki kısımlarını inşa ve imar için maddi imkânlarını seferber eden müminler, camileri insan ve toplum hayatına şekil veren merkez hâline getirmek için de aynı gayreti sergilemelidir. Cami, ibadetle hayat bulur. Ezanın duru, ve nazenin terennümüyle kalbimize dokunarak bizi namazla dirilmeye davet eder. Duaya açılan gönüllerle kendisi de hayat bulur. Cami, hayatın içinde, sorunlardan kaçmayan ve olaylara seyirci kalmayan yapısıyla, sosyal olayların gelişiminde öncü bir rol üstlenmiş ve toplumu ayrıştıran sorunların önlenmesinde önemli bir fonksiyon icra etmiştir.

Varlıkla imtihan
Mal ve mülk dünya hayatının en ciddi imtihanlarındandır. Muhammed ümmeti olarak bu imtihanın bizler için çok daha çetin geçeceğini bizzat Rasul-i Ekrem’den işitiriz: “Her ümmetin bir fitnesi (imtihan vesilesi) vardır, benim ümmetimin fitnesi ise maldır.” (Tirmizi, Zühd, 26.) Bundan, çok değil 50-60 sene öncesiyle kıyasladığımızda ülkemizin ne kadar geliştiğini ve maddi imkânlarımızın ne kadar arttığını görmek mümkündür. Hayat standardımızın yükselmesi, varlıklı Müslümanların mal ile imtihanına işaret etmektedir. “Göklerin, yerin ve içindekilerin hükümranlığı Allah’a aittir.” (Maide, 5/17.) hükmünü unutan nice Müslüman, malın kendisine “emanet” olduğuna dair bir bilinci günlük yaşamın detaylarına taşıyamamaktadır. Bugünün inananları olarak elimizdeki varlığın muhtaç kardeşlerimizle paylaşılması gereken bir emanet olduğunu geç olmadan fark edelim. Varlığımızı maddiyatla ölçmeyelim, bu dünya ile sınırlamayalım. İmtihanın dengede gizli olduğunu hatırlayalım.

Gülü seven dikenine katlanır
Bir insanın sevdiği kimse veya sevdiği iş yüzünden gelecek sıkıntılara katlanması” gerektiğini anlatmak için “Gülü seven dikenine katlanır.” deriz. Bu atasözünü genellikle etrafında kusursuz insan arayanlara ya da işlerinin sürekli tıkırında gitmesini isteyenlere böyle bir şeyin mümkün olmadığını anlatmak için kullanırız. Zaten dünya aldığımız her nefeste ve attığımız her adımla sınandığımız bir yerdir. O sebeple şikâyet etmek yerine, idare etmenin ve birbirimizi anlamanın yollarını aramak lazımdır. Sözgelimi toprakla uğraşan biri sırf ellerim nasır tutuyor diye toprakla uğraşmaktan vazgeçerse kendine başka bir meslek aramak zorunda kalabilir. Aslında bu her iş için böyledir. Zorluklarına katlanmadığımız sürece hangi iş kolunda çalışırsak çalışalım o işten verim alamayız. Üstelik insani ilişkilerimizi geliştirmek için de aynı yolu izlemek zorundayız. Sözün özü yaptığımız her işte ve insani ilişkilerimizde ilk olarak kendi gönül dünyamıza ayna tutmalıyız.

Bir erkek evli olmayan kız kardeşine bakmakla yükümlü müdür?
Rabbimiz, “Ana babaya, akrabaya iyilik edin.” (Nisa, 4/36) buyurmuştur. Allah Resulü (s.a.s.) de hadislerinde Müslümanın yakından uzağa doğru akrabasına karşı olan sorumluluğunu ifade etmiştir: “Ey Allah’ın Resulü! Kime iyilik edeyim?” diye soran sahabiye Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve sözü geçen bu kimselerden sonra gelen yakınlarına iyilik et. Bu yapılması gereken bir vazifedir. Bunlar ilişkileri devam ettirilmesi gereken yakınlardır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 28) buyurmuştur. Bu sebeple kişi, kan bağıyla bağlı olup kendileri ile evlenmesinin caiz olmadığı hısımlarına, yakınlık sırasına göre muhtaç olduklarında nafaka ödemekle yükümlüdür (Serahsî, el-Mebsût, V, 223). Kardeş ise bir ailede bütünün parçalarından biridir. Hatta kardeşler için aynı ağacın dallarıdır, denilir. Kız kardeş ise ailenin en değerli parçasıdır. Öncelikle erkek kardeşlere emanettir. Bütün bunlara baktığımızda erkeğin muhtaç durumda olan kız kardeşine bakması insani olduğu kadar dinî de bir vazifedir.

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

Mümin faydasız sözlerden, lüzumsuz işlerden uzak durur
Yüce dinimiz İslam, hayatımızın her alanında güzel ve faydalı şeylerle meşgul olmamızı emreder. Yaratılış gayemize uygun olarak imanla birlikte salih amel işlemeye teşvik eder. Dünya ve ahiret için faydalı olmayan, vakit ve emek israfına yol açan işlerden kaçınmamızı öğütler. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de kurtuluşa erecek olan müminler şu vasıflarla tanıtılır: “Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır. (Asr, 103/1-3) Ömür sermayemizi hayrın peşinde koşarak, Rabbimizin rızasını arayarak değerlendirelim. Dünya ve ahiret için faydalı işler yapmaya gayret edelim. Özümüz ve sözümüz bir, tavır ve davranışlarımız güzel, âkibetimiz cennet olsun. Hutbemi Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in şu duasıyla bitiriyorum: “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, huşû duymayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım.” (Müslim, Zikir, 73)

Hem seven hem sevilen: Vedud
O’nun rahmeti, affı, cömertliği vs. sadece zatından kullarına yönelik tarif edilirken Vedûd ismi iki yönlü olarak “hem seven hem sevilen” diye tanımlanmış ve Kur’an’da da açıkça O’nu her şeyden çok sevmemiz istenmiştir. Yücelerin yücesi, varlığının devamı kendiliğinden olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah Teala’nın biz kullarından böylesine yüksek bir sevgi talebi O’nun sevgisinin kalbimizde en üst noktada olmasına bizim ihtiyacımızdan dolayıdır. Gazali’ye göre bu ismin tecellisine mazhar olan insanlar kendileri için arzu ettikleri her şeyi Allah’ın bütün mahlukatı için de arzu ederler. Bu sevgi doruk noktasına ulaştığında ise kalpte sevgiye engel olacak öfke, kin vb. duygulara yer kalmaz. Böyle biri insanları sevmek için onlar tarafından sevilmeyi beklemez. Sevmek için bahaneler bulur; kızmak için değil. Sevmek için kendini zorlaması gerekmez. İnsanın bu dünyada görebileceği en saf ve pür sevgi olan Allah için sevmek de Allah’ı sevmenin doğal sonucudur.

Salânın Anlamı ve Dindeki Yeri
Bazı özel günlerde ezandan önce veya kılınacak cenaze namazını haber vermek amacıyla camilerde; “es-salâtu ve’s-selâmu aleyke ya resûlallah, es-salâtu ve’s-selâmu aleyke ya habîballah, es-salâtu ve’s-selâmu aleyke ya seyyide’l-evvelîne ve’l-âhirîn, ve selâmun ale’l-murselîn, ve’l-hamdu lillahi Rabbi’l-âlemîn” şeklinde okunan salâ (salavat) şu anlama gelmektedir: “Salât ve selâm (Allah’ın rahmet ve esenliği) sana olsun ey Allah’ın elçisi, sevgili kulu, geçmiş gelecek bütün insanların hayırlısı! Salât ve selam bütün peygamberlere olsun. Hamd (övgü ve şükür) de âlemlerin rabbi Allah’adır.” Salâ, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) selam ve övgüdür. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde Hz. Peygamber’e (s.a.s.) çeşitli durumlarda salât-ü selam getirilmesi tavsiye edilmiş (Ahzâb, 33/56; Tirmizî, Deavât, 66; Ebû Dâvûd, Vitr, 23) ise de asr-ı saâdette ne de ilk dönemlerde camilerde salâ okunmuştur. Bununla birlikte Kitap ve Sünnet’te Hz. Peygamber ve diğer peygamberlere salât getirilmesi örneklerine binaen örfümüzde değişik kalıplarda pek çok salâ metni var olagelmiştir.

Ölüm haberi duyunca
Hayat ne kadar gerçekse ölüm de o kadar açık bir hakikattir. Her canlı bir gün gelecek ölümü tadacaktır. Böylece misafir olarak geldiğimiz bu dünyadan, gerçek yuvamıza dönmüş olacağız. Sokrates’e: “Otuz zalim seni ölüme mahkûm ettiler.” dedikleri zaman: “Tabiat da onları.” demiştir. Ölümsüz ve ebedî olan ancak Allah’tır. Hayat ve ölüm, biz insanlar için tabi bir hâldir. İnsan bu hakikat karşısında Yüce Yaratıcıya sığınabilmeli ve serinkanlı olabilmelidir. Bir mümin ölümün Allah’tan geldiğini, inanan ve kötülüklerden sakınan kimseler için ölmenin Allah’a kavuşmak olduğunu bilir. Kişinin çok sevdiği yakını, tanıdığı veya dostu ruhunu teslim ettiği anda bu teslimiyeti koruması önemlidir. Bu gibi durumlarda şöyle denilmesi uygundur: “ Biz Allah’a aidiz ve tekrar O’na döneceğiz. Allah’ım! Onu salihlere ilhak et ve neslinin yerine ona yardımcı ol, onu ve bizi din gününde bağışla! Allah’ım! Onun ecrinden bizi mahrum etme, onun arkasından bizi fitneye dûçar etme!”


Hatemü'n-Nebiyyin
İslam inancının temel esaslarından birisi de hiç şüphesiz peygamberlere imandır. Onlar, ilahi buyrukları insanlara iletmek için seçilmiş, üstün ahlakî niteliklere sahip mümtaz şahsiyetlerdir. Hz. Muhammed’e iman etmenin ayrılmaz bir unsuru, onun “peygamberlerin sonuncusu olduğuna inanmaktır. Hâtemü’n-Nebiyyin Hz. Muhammed’in gelişiyle nübüvvetin sona erdiğini ifade eden bir tabirdir. Bu kavram Allah ile kulları arasındaki elçilik görevinin sona erdiğini belirtir. Bu husus aynı zamanda, Hz. Peygamber’den sonra bu görevin İslâm ümmetine tevdi edildiği ve kıyamete kadar böyle devam edeceği anlamına da gelmektedir. Bu konuda Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır: “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resülü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzâb 33/40). Hadislerde de Hz. Muhammed ile peygamberliğin sona erdiği durumu herhangi bir yoruma imkân vermeyecek kesinlikte ifade edilmiştir.

Vesveseye karşı yapılacak dua
Fısıltı, söz, fiskos, kuruntu, demek olan vesvese yaygın olarak; kötü bir işin yapılması, iyi bir işin terk edilmesi veya geciktirilmesi ya da eksik yapılması için şeytanın insanı kışkırtması, aklını çelmesi ve akla kötü düşünceleri getirmesi anlamında kullanılır. İnsana düşen vesveseye itibar etmemesidir. Hadis kaynaklarımızda, müminlere vesvese ile hareket etmemeleri tavsiye edilmiş, vesvesenin dinî-hukukî bir hüküm doğurmayacağı da belirtilmiştir. “Allah Teâlâ, içlerinden geçen fena şeylerle amel etmedikçe veya onu konuşmadıkça, o şey yüzünden ümmetimi hesaba çekmeyecektir.” (Buhârî, Talak, 11; el-Eymân ve’n-nüzûr: 15) Kur’an’da vesveseci şeytanın şerrinden Allah’a sığınılması emredilmiş bu konuda Nas suresindeki duanın yapılması tavsiye edilmiştir. “De ki: " De ki: "Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Melik'ine, insanların İlah'ına sığınırım." (Nas, 114, 1-6)

Eşrefoğlu Rumi "Divan-ı İlahiyat"
Asıl adı Abdullah, babasının adı Ahmed Eşref’tir. Künyesi Abdullah Rûmî b. Seyyid Ahmed Eşref b. Seyyid Muhammed Süyûfî (Mısrî) dir. Mısır’dan Suriye’nin Hama kasabasına, daha sonra Anadolu’ya göç edip önce Manisa’ya, ardından da İznik’e yerleşmiş bir aileden gelir. Eşrefoğlu’nun edebî şahsiyeti tasavvufî inançları doğrultusunda gelişip şekillenmiştir. Şiirlerinde Yûnus Emre tesiri hâkim olmakla beraber kendine has söyleyişlerin bulunduğu manzumeleri de vardır. Eşrefoğlu Rumî’nin en önemli eseri “Divanı” dır. Bu eseri Divan-ı İlahiyatlar içinde önemli bir yere sahiptir. Eşrefoğlu'nun şiirleri bugüne kadar hem Osmanlı Türkçesi'yle hem de günümüz alfabesine aktarılarak birkaç kez yayınlanmıştır. Bu eser Yunus Emre ve Niyazi-i Mısri'nin İlahiyat'ından sonra, gerek yazma ve gerekse matbularının çokluğundan; yapılmış olan onlarca besteli ilahisinden anlaşıldığı kadarıyla, Müslüman Türk coğrafyasında oldukça rağbet görmüştür.

Ahirette yakınlarımızla görüşebilecek miyiz?
Bilindiği üzere İslam dininin imân esaslarından birisi de âhiret gününe inanmaktır. Yüce Allah’ın yarattığı her şeyin bir ömrü olduğu gibi, bu dünya hayatının da bir sonu vardır. Bu âlem ve üzerindeki bütün varlıklar belirli bir süre için yaratılmıştır. Bir gün gelecek ne bu âlemden ve ne de üzerindeki yaratılmışlardan bir eser kalacaktır. Kâinattaki bu mükemmel nizam bozulacak, sonrasında da âhiret denilen âlem başlayacaktır. Âhiret inancı, hak dinlerin hepsinde mevcut olan bir inançtır. Bütün peygamberler tarafından teyid edilmiş bir esastır. Ahirette cennet ehli, kendileri gibi inançlı ve iyi ahlaklı aile bireyleriyle beraber olacaklardır. Kişi sevdiğiyle beraberdir. Burada önemli olan husus, iman kardeşliğidir. Kendi ehlinden de olsa imanı olmayanlar birlikte bulunamaz. Tur Suresi'nin 21. ayetinde şöyle belirtilmektedir: "İman eden ve nesilleri de iman konusunda kendilerinin yoluna uyanlar var ya, biz onların nesillerini kendilerine kattık. Bununla beraber onların amellerinden hiçbir şey eksiltmeyiz. Herkes kazandığı karşılığında rehindir.”

Her işi anlamlı, her emri hikmetli olan: Hakim
Hakîm kelimesinin sözlük anlamı iyileştirmek amacıyla menetmek, düzeltmek, hükmetmektir. Hakîm kelimesi Kur’an-ı Kerim’de doksan yedi yerde geçmektedir. Kur’an’da Allah’ın ismi olarak yer alan hakîm kelimesi hiçbir âyette tek başına geçmemektedir. Bir çok âyette yenilmeyen yegâne galip anlamına gelen Azîz ismiyle, yine birçok âyette, hakkıyla bilen anlamındaki Alîm ve buna yakın mânalar içeren Habîr ve Vâsi ile, ayrıca izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce anlamındaki Alî, övülmeye lâyık demek olan Hamîd ve kullarını tövbeye sevkeden ve tövbelerini kabul eden mânasındaki Tevvâb ile birlikte kullanılmıştır. Şüphesiz bu isimlerin birlikte olarak geçmesinin de pek çok hikmeti vardır. Allah Teâlâ, yaptığı her şeyi yerli yerince, eksiksiz ve tam yapar. En üstün bir ilim sahibidir ve yaptığı her şey mutlaka bir hikmet vardır. Hikmetsiz asla iş yapmaz. Bütün emirleri insanların yararına olduğu gibi bütün yasakları da insanların zararınadır.

Gaybın bilinmesi
Gayb, gözle görülmeyen beş duyu ile algılanmayan ve bilinmeyene denir. İnsanlık tarihi boyunca farklı din, medeniyet ve felsefî kanaatlere sahip bulunan milletlerin büyük çoğunluğunun gayb telakkileri farklı olmakla birlikte gayba iman konusunda genellikle olumlu bir tavır ortaya konmuştur. İnsanoğlu, her zaman geleceğe ait olayları önceden öğrenmek istemiştir. İnsanın bu isteği bazen onu yanlış yönlere yöneltmiştir. Günümüzde bazı kimselerin gelecekle ilgili haberler verdiğini öne sürerek yaptığı yanlış yönlendirmelere itibar edilmemelidir. Bunlar Kitap ve Sünnette yeri olmayan, sonradan ortaya çıkmış bidat ve hurafelerdir. Geleceği Allah’tan başkasının bildiğini söylemek, İslam dininin en temel ilkesi olan Tevhid’e aykırıdır. Gaybın bilgisi yalnızca Allah’a aittir. Kur’an “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları, O’ndan başkası bilmez.”(En’am 6/59) buyurur. Hz Peygamber de bu konuda kendisinin gaybı bilmesi gerektiğine inananları uyarmıştır.



Her şeyi koruyup gözeten: Ya Hafız
Hafîz, “korumak ve muhafaza etmek” anlamındaki hıfz kökünden türeyen bir sıfattır. Allah’ın isimlerinden biri olarak “kâinatta zerre kadar bir şey bile gözetiminden uzak olmayan ve tabiatı dengede tutup koruyan” anlamına gelir. Kâinatın işleyişinde her şeyin yerli yerinde olması, küçükten büyüğe bütün varlığın birbirinin var oluşunu destekleyecek bir düzen içinde sistemi devam ettirmesi Rabbimizin Hafîz isminin tecellisi iledir. Hayatımızın, ailemizin, vatan ve devletimizin, mal ve mülkümüzün her türlü tehditten, (Yusuf, 12/64) Allah kelamının tahrif ve tebdilden muhafaza edilmesi (Hicr, 15/9) hep bu isimledir. Asıl koruyanın Allah olduğunu; O korumadığı zaman hiçbir korumanın kâr etmeyeceğini bilmek bizi, O’nun kapısından başka yerlerde korunma arayarak boynumuzu onlara teslim etmekten korur. Allah’ın himayesine girmek şahsiyet ve haysiyetimizi korumanın yegâne yoludur. Allah’ın korumadığını kimse koruyamaz. O’nun koruduğuna da kimse ilişemez. (Yunus, 10/107)

Havz-ı kevser
İslamî literatürde havz, âhirette Hz. Muhammed (s.a.s)’e tahsis edileceği bildirilen çok büyük bir havuzu, kevser de yine Resûlullah’a ayrılan, bütün cennet ırmaklarının kendisinden doğduğu büyük bir su kaynağını veya nehri ifade eder. Arapçada ayrı ayrı kullanılan bu iki kelime Türkçe’de havz-ı kevser şeklinde tek bir terime dönüşmüştür. Kur’an’da havz kelimesi geçmezken, kevser ise aynı adla anılan surede (Kevser, 108/1) bir defa zikredilmektedir. Kıyamet gününde diğer peygamberlerin de havuzlarının bulunacağını, onların havzın başına gelecek ümmetlerinin çokluğu ile övüneceklerini, Hz. Peygamber’in de kendi havzına gelecek ümmetinin diğerlerininkinden fazla olacağını ümit ettiğine dair rivayetler vardır. (Tirmizî, “Ṣıfatü’l-ḳıyâme”, 14; Taberânî, VII, 212) Muhtelif rivayetlerde söz konusu nehir, etrafı incilerle örülmüş kubbelerle çevrili, suyu gümüşten beyaz, miskten daha hoş kokulu, baldan tatlı gibi özelliklerle tanıtılır. (Buhârî, “Riḳāḳ”,53)

Çocuklarımızı eğitimsiz bırakmayalım
Allah’ın nadide bir emaneti, göz aydınlığımız olan çocuklarımız, aynı zamanda en büyük sorumluluk alanımızdır. Onların en güzel şekilde yetiştirilmesi, dinî inanç ve değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli olabilmesi için anne- baba bütün imkânlarını kullanarak gayret etmelidir. Çocuğun hem dünya hem de ahiret mutluluğunu hedef alan bir eğitim verilmelidir. Çünkü böyle bir eğitim, Hz. Peygamber tarafından ana babanın çocuğuna bırakacağı “en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir.’ (Tirmizî, Birr, 33.) Çocuklarımızın, sağlıklı bireyler olarak yetiştirilmesi ve ahlaki değerlerin gelecek kuşaklara aktarılmasında başta ebeveynler olmak üzere öğretmenlerden din görevlilerine kadar toplumun üzerine düşen sorumluluklar vardır. Vatanını, milletini, dinini seven, ahlaklı, manevi duyguları yüksek nesiller yetiştirmek için seferber olalım. Geleceğimizin mirasçısı olan çocuklarımızı, eğitimsiz bırakmayalım.

Gusül nasıl yapılır?
Önce Besmele okunarak “Niyet ettim cünüplükten temizlenmek için yıkanmaya” diye niyet edilir. Eller bileklere kadar yıkandıktan sonra bedenin herhangi bir yerinde pislik varsa onlar temizlenir, sonra edep yerleri yıkanır. Bundan sonra yukarıda tarif edildiği üzere namaz abdesti gibi abdest alınır. Abdest bitince evvela başa, sonra sağ omuza, sonra sol omuza, daha sonra da vücudun diğer taraflarına üçer defa su dökülerek vücut yıkanır. Her döküşte su bedenin her tarafına ulaştırılarak ovuşturulur. İğne ucu kadar kuru bir yer kalmamak üzere vücudun her tarafı üç defa iyice yıkanır. Yıkanırken suyun, saçların diplerine, sakal, bıyık ve kaşların altına, göbek boşluğuna, kulakların iç kısmına ve küpe deliklerine ulaştırılması sağlanır. Parmaklarda sık olan yüzükler yerinden oynatılarak altları yıkanır. Vücuda yapışmış olan ve suyun bedene ulaşmasına engel olan şeyler giderilir. Dişlerin arasında kalan yemek ve ekmek kırıntıları temizlenir. Gusül yaparken dua okunmaz, edep yerleri örtülü değilse kıbleye dönülmez ve gereksiz yere konuşulmaz.

Allah ilim yolcusuna cenneti kolaylaştırır
İslam’ın gönderiliş hikmetlerinden biri de insana hak ve hakikate götüren yolları öğretmek, cehaleti ortadan kaldırmaktır. İnsan, hangi yaşta ve hangi konumda olursa olsun eğitim ve terbiyeye muhtaçtır. Zira insan, yaratılış gayesine ilimle ulaşır. Ahlak ve adabı ilimle kuşanır. Kalbini, ruhunu ve vicdanını ilimle aydınlatır. Dünyasını ilimle, eğitimle imar eder. Peygamber Efendimiz (s.a.s), ilmin kıymetini ashabına şöyle anlatmıştır: “Kim ilim için yola çıkarsa Allah ona cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler, hoşnutluklarından dolayı ilim talebesine kanatlarını serer. Sudaki balıklara varıncaya kadar yer ve gök ehli âlim kişinin bağışlanması için Allah’a yakarır. Âlimin, âbide üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kuşkusuz âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onların bıraktıkları yegâne miras ilimdir. Dolayısıyla kim onu alırsa büyük bir pay almış olur.” (Tirmizî, İlim, 19)

Namazda ayetleri yanlış okumak namazı bozar mı?
Namazda yapılan kıraat hatalarının namazı bozup bozmayacağı konusunda fakihler birtakım ölçüler getirmişlerdir: Kur’an, kasten manası değişecek derecede yanlış okunursa namaz bozulur. Hata ile veya unutarak yanlış okunması hâlinde ise; a)Yanlışlık, kelimelerin harekelerindeyse manada değişiklik olsa da namaz bozulmaz. b)Yanlışlık durak yerlerinde yapılırsa manasında değişiklik olup olmadığına bakılmaksızın namaz bozulmaz. c)Bir harf yerine başka bir harf okunması şeklinde meydana gelen yanlışlıkta, bir harf değişir de bu değişiklikle kelimenin manası değişmezse ve Kur’an’da o kelimenin benzeri varsa namaz bozulmaz. Şayet harf değişmekle kelimenin manası bozulmaz fakat bu kelimenin bir benzeri Kur’an’da yoksa İmam Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre bozulur, İmam Ebu Yusuf’a göre bozulmaz. Harfin değişmesiyle mana değişir ve Kur’an’da da benzeri yoksa namaz bozulur. Namaz esnasında az veya çok miktarda ayet atlamakla namaz bozulmaz. Bir kimse, kıraati, namazı bozacak derecede hatalı yapar ancak geri dönüp hatasını düzeltirse namazı caiz olur.


Hidayet
İslam dini takip edilecek yolları hidayet ve dalalet olarak ikiye ayırmış, bu yolların akıbetini de bildirmiştir. Hidayet, “doğru yola kılavuzluk etmek” anlamını taşır. M. Hamdi Yazır, meseleye hidayetin, sadece doğru yolu göstermek (irşat) ve doğru yoldan nihayete kadar götürmektir (tevfik) olduğuna dair iki aşamalı bir izah getirmiştir. Hidayet, hayır olanı istemeye mahsustur, aksi caiz değildir. Örneğin, hırsıza yol göstermek caiz değildir, buna hidayet denmez. Cenab-ı Hak, Peygamber’e hitaben, “Şüphesiz sen her sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.” buyurmuştur. Bir başka ayette, “Dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet verir.” buyrulmuştur. Bu fiil, Allah’tan başkasına nispet edildiğinde ise hidayete vesile olma manası murat edilir. Örneğin Yüce Allah, Hz. Peygamber’e hitaben, “Şüphesiz sen doğru bir yola rehberlik ediyorsun.” buyurmuştur. Burada Rabbimiz Peygamberimizin hidayete vesile olduğunu buyurmaktadır.

Musibetler karşısında müminin tavrı
Hayatın akışı içerisinde her birimizin yaşadığı zorluklar, çile ve kederler, maddi ve manevi sıkıntılar olması mukadderdir. Elbette hiçbirimiz zorluklarla karşılaşmayı arzu etmeyiz. Ancak müminler olarak biliriz ki hayatın güzel anları kadar, sıkıntılı zamanları da dünya imtihanımızın birer parçasıdır. Cenab-ı Hak, insanı, bazen elindekileri alarak bazen de fazlasıyla nimet vererek imtihan eder. Bu yüzden, musibet karşısında isyan etmek, kırıp dökmek ya da kötü söz söylemek yerine öncelikle sabırlı ve metanetli olmaya gayret gösteririz. Sağduyu ve aklıselim ile hareket ederiz. Sıkıntıyı aşmak için üzerimize düşen sorumluluğu yerine getiririz. Bizler, her musibetten dünyamıza ve ahiretimize yönelik dersler çıkartırız. Benzer sıkıntılara maruz kalmamak için hata ve ihmallerimizi gözden geçiririz. İlim sahibi, tecrübeli insanlardan yardım alır, ondan sonra da Rabbimize tevekkül ederiz. O hâlde, iyi günde olduğu kadar kötü günde de hayata tutunmak ve Rabbimizle aramızdaki bağdan güç almak, imanın güzelliğindendir.

Kültürümüzde aşevleri
Osmanlı Devleti’nde birçok içtimai ve beledî hizmet vakıflar tarafından karşılanmakta olup çeşitli eser ve hizmetlerin vakfedildiği bilinmektedir. Aşevleri de her biri birer vakıf olan külliyelerin parçası veya müstakil kurumlar olarak vakıf nizamnamelerine göre işlerdi. Çalışanların alacakları ücret, ne kadar ve nasıl yemek dağıtılacağı, dağıtılacak yemeklerin çeşidi de bu nizamname ve vakfiyelerde kayıtlıydı. Büyük bir külliyenin parçası olmayan küçük aşevleri de daha çok misafir ve fukara için hizmet verirdi. Aşevinde yemek yiyenler öncelikle misafirler, külliyedeki görevliler ve öğrencilerdi. Müderrisler, aşçılar, kapıcılar, nöbetçi yeniçeriler, imamlar, müezzinler, mektep muallimleri, darüşşifada görevli hekimler ve yardımcıları, hastalar, çamaşırcılar gibi görevlilerin günlük yemek ihtiyacı da buradan karşılanırdı. Çalışanlar, öğrenci, misafir ve fakirlerin sayıları göz önüne alınırsa büyük aşevlerinde günde yaklaşık 1000-2000 kişiye yetecek kadar yemek çıkarıldığı görülmektedir.

Sürekli, çeşitli ve bol bol rızıklandıran: Rezzak
İnsanoğlu hayatını sürdürebilmek için nice nimetlere muhtaçtır. Rezzak onların hepsini verendir. Sadece bu dünyada değil, ahirette de devam eder Rabbimizin rızıkları. Bedenimiz, aklımız ve ruhumuzun varlıklarını sağlıklı bir şekilde devam ettirebilmeleri için ne gerekiyorsa onları yaratan, bize ulaştıran ve onlardan faydalanmamızı sağlayan O’dur. O bize rızık olarak takdir etmediyse yediğimiz lokmayı yutamayız, her şeyimiz yerli yerinde olduğu hâlde huzur bulamayız. Bedenin rızkı besinler; aklın rızkı ilim, irfan ve hikmet; kalbin rızkı sevgi, şefkat, merhamet; ruhun rızkı ise iman, takva, taat ve teslimiyettir. Kur’an’da bu dünyadaki maddi ve manevi hayatımız için ihtiyaç duyduğumuz her şey rızık olarak nitelendiği gibi ahirette ulaşılacak nimetlere dahi rızık denilmiştir. İman, Allah’ın indirdiği din ve hidayet de rızıktır. İnsana yaraşan, maddi rızkı için çalışıp çabaladığı gibi ruhunun gıdası olan manevi rızıkların da temizini, halisini arayıp bulması ve ondan yararlanmasıdır.

Gençliğimiz en büyük imkan ve zenginliğimiz
Gençlik, insan ömrünün baharıdır. Hayallerin ve fikirlerin yeşerip geliştiği, güç ve heyecanın zirvede olduğu dönemdir. Gençlik iyi değerlendirildiğinde kişiye dünya ve ahiret saadetini kazandıracak, aksi halde ise pişmanlıkla anılan yıllara dönüşecektir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s) “İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin kıymetini bilin!” (Buhârî, Ezân, 36) uyarısında bulunur. Sevgili Peygamberimizin müjdesine göre, Allah’a kulluk bilinciyle yetişen genç, dehşetli kıyamet gününde arşın gölgesi altında korunacaktır. Gençlerimiz, geleceğimizdir, umudumuzdur. Bizi güçlü kılan en büyük imkân ve zenginliğimizdir. Her bir gencimiz bizim için ayrı bir değerdir; ilgiyi, iyiliği, desteği ve sevgiyi hak etmektedir. Onların insanlığa faydalı, millî ve manevî değerlerine bağlı, bilinçli ve ideal sahibi fertler olarak yetişmeleri için hep birlikte gayret gösterelim.

İbn Ümmü Mektûm (r.a)
İslamiyet’i ilk kabul edenlerden biri olan İbn Ümmü Mektûm, sohbetinde bulunmak için sık sık Resulüllah’ın huzuruna gelirdi. Bir gün Peygamberimiz’in, Kureyş’in ileri gelenlerine tebliğ vazifesini yaptığı esnada yanına gelerek ondan kendisine Kur’an okumasını istedi. Allah Resulü, onunla ilgilenemedi. İbn Ümmü Mektûm, cevap alamayınca talebini birkaç defa tekrar etti. Isrardan rahatsız olan Resul-i Ekrem yüzünü buruşturup muhataplarıyla konuşmayı sürdürdü. Tam sözünü bitirip yerinden kalkacağı sırada ilahi ikaz geldi: “Yanına âmâ geldi diye yüzünü ekşitip döndü. Nereden bileceksin, belki de o günahlarından arınacaktı. Yahut o öğüt alacak ve o öğüt kendisine fayda verecekti. Öğüde ihtiyaç duymayan kimseye gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun inkâr ve isyan pisliği içinde kalmasından sen mesul değilsin. Sana koşarak gelen ve Allah’tan korkan kimseyi ise ihmal ediyorsun.” (Abese, 80/1-10) Bu hadiseden sonra Hz. Peygamber, İbn Ümmü Mektûm’a iltifat ve ikramda bulundu, ona ailesinin ferdi gibi muamele etmeye başladı.

Anne ve babaya hürmet
İnsanın bu dünyaya gelmesine vesile olan anne-babası, onun büyüyüp yetişmesi ve ilk eğitimini alarak şahsiyet kazanması için yıllarca emek verir. Bu yüzden yüce dinimiz, insana anne-babasıyla iyi geçinmeyi, onların hatırını saymayı ve haklarını korumayı emreder. Zorluklar karşısında maddi ve manevi anlamda anne-babaya destek olmanın, bilhassa yaşlandıklarında muhabbet ve merhamet göstererek ihtiyaçlarını karşılamanın vefa borcu olduğunu anlatır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anne babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Merhamet göstererek tevazu kanadını indir ve de ki: ‘Rabbim! Onlar beni küçükken nasıl koruyup büyüttülerse, sen de öylece onlara merhamet göster.’” (İsrâ, 23-24) İyilik ve ihsanımızı, bir çift tatlı sözümüzü ve güler yüzümüzü, saygı ve hoşgörümüzü anne babamızdan esirgemeyelim. Onların gönlünü yapma ve hayır dualarını alma gayretinde olalım.

Astrolojiye inanmak
Astroloji, "Halk arasında yıldız falı, burç falı gibi inanışları konu edinen, gök cisimlerinin oluşum ve özelliklerinin insanın geleceğine etkilerini konu alan bir uğraştır." Gök cisimleri ve yıldızlara asla metafizik anlamda bir güç izafe edilmemelidir. İslam, yıldızların, insanların kaderlerini şekillendirici bir etkisinin olabileceği yolundaki inanca karşı çıkmıştır. Ayrıca günümüzde yapılan pek çok astrolojik yorum, gayba ait bilgiler verme iddiası taşımaktadır. Gayb bilgisi ise yalnızca Allah’a aittir. İslam dini; falcılık, kehanet, medyumluk vb. faaliyetleri şiddetle yasaklamıştır. Yıldız falcılığının da bu kapsamda yasaklanması doğaldır. Bu bakımdan astroloji, İslam âlimlerinin reddettiği uğraşılardan olmuştur. İslam dini bu işlerle uğraşanlara danışmayı, onların yönlendirmelerine göre hareket etmeyi, bu konularda söylediklerini onaylamayı tasvip etmez. Müslümanların bunlardan uzaklaşması ve bunlarla meşgul olanlara ilgi göstermemesi gerekir.
Müslümanlar ilim ve medeniyetin öncüleridir
Müslümanlar, İslam’ın ilk emri olan “Oku” buyruğun ışığında çağlar boyunca ilme, eğitime, okumaya önem verilmiş, mekteplerde, medreselerde nice bilim insanı yetişmiştir. Mekke’den Medine’ye, oradan dünya yayılan İslamiyet, muhatap olduğu toplumların öncelikle zihinlerini yeniden yapılandırmıştır. Beytül Hikme’den itibaren dünya bilim mirasından istifade eden Müslümanlar, tıp, felsefe, matematik, fizik, kimya alanlarında dünyada elde edilmiş bütün keşifleri ve kuramları Arapçaya tercüme etmişlerdir. Bu sayede hem İslam coğrafyasında irili ufaklı pek çok aydınlanma gerçekleşmiş, İslam âlimleri birikimlerini kendisi dışındaki medeniyetlere de aktarmışlar ve onları etkilemişlerdir. Endülüs’ten Orta Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada Müslümanlar yüzyıllar boyu dinî ve dünyevi ilimlerin lokomotifi olmuşlardır. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Biruni, Akşemseddin ve Uluğ Bey gibi hem kendi dönemini hem de geleceği aydınlatan yüzlerce âlim yetişmiştir.

İslam’ın kubbesi: Ahlat
Ahlat, Urartulardan Osmanlılara kadar çeşitli devletlerin ve hanedanların idaresinde kalmıştı. Hz. Ömer devrinde İslam topraklarına katılan şehir, XI. yüzyılda Türk İslam medeniyetinin bedii örneklerinden biri olmuştu. XII. yüzyılın başlarından itibaren de İslam âleminin en büyük şehirlerinden biri hâline gelmiş ve tarihinin en parlak devrini yaşamıştı. İlim, sanat ve kültür alanında çalışmalar yapılan Ahlat aynı zamanda “Fityan” adı verilen Anadolu’daki ilk esnaf ve sanatkâr birliklerinin kurulduğu beldedir. Mimari alanda adını sadece Ahlat’a değil Anadolu’nun çeşitli vilayetlerine de yazdıran ustalar beldeyi mamur etmişti. Bitlis Vilâyeti Salnâmesi’ne göre Ahlat’ta ikisi hisar içinde olmak üzere yedi cami vardı. Günümüzde Ahlat’ta tarihî ve mimari değeri olan altı kümbet, üç mescit ve bir kale bulunmaktadır. Ahlat özellikle sanat değeri yüksek mezar taşlarıyla meşhurdur.

Ailede büyüklere saygı
İnsanın doğumla başlayan hayat serüveni; çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık basamaklarından geçip ölümle nihayete erer. Doğum ve ölüm gibi yaşlılık da ilahî kanunun bir gereğidir. Günümüzde de yaşlılara yapılan başka türlü muameleler söz konusu. Yaşlılarımız evlerinde, odalarında, huzurevlerinde, bir bakıma kendi başlarına yalnızlığa terk edilebiliyor. Aile büyüklerine saygı göstermek hem dinî bir emirdir hem de bir insanlık görevidir. Yaşlılıkta insan, içinde bulunduğu dönem dolayısıyla fazlasıyla duygusaldır. İlgiye ve sevgiye çocuklar kadar muhtaçtır. Çocukların yetişmesinde sevgi nasıl belirleyici bir role sahipse yaşlılar da aynı şekilde sevgiyle, ilgiyle hayata tutunurlar. Ahir ömürlerini huzur ve sükûnet içerisinde geçirmelerini sağlamak onlara karşı göstermemiz gereken vefa ve insanlık borcunun gereğidir. Yaşlı anne babalarına kol kanat geren ve hürmet gösteren evlatlar olalım. Yüce Allah’ın katında ret olunmayan dualardan da biri anne ve baba duası olduğunu unutmayalım.

Bir karşılık beklemeden bol bol veren: El-Vehhâb
Rabbimizin “Vehhab” ismi O’nun kullarına sınırsız ve kesintisiz ikramlarını anlatır. Bir küçük kâinat olan bedenimizi, onunla tam bir uyum içinde yaşayabilmemize uygun olan bu koca evreni, içinde doğup büyüdüğümüz ailemizi, onların bize gösterdiği şefkat ve sevgiyi, varlığımızın devamı olan evladüiyamizi, bizim sandığımız aklımızı hâsılı her şeyimizi bir bedel ödemeksizin bize hibe eden hep O’dur. Başlangıçta kullar bu lütuf ve ihsanları hak etmek için bir şey yapmış da değildir. Zaten “Vehhab” zorlayıcı bir sebep olmaksızın, tamamen karşılıksız vermektir. Vehhab olan Allah hiçbir karşılık almadan verir; ama kendi istediği şekilde ve zamanda... Çünkü O’nun verişi bir görev karşılığında hak edilmiş ücretler değil, her şeyi bilen (Alîm) ve her yaptığını bir hikmete göre yapan (Hakîm) olan yüce yaratıcının ihsanıdır. O’nun ilmine ve hikmetine iman edenler, O’nun verdikleri (ve vermedikleri) konusunda “neden” diye hesap sormazlar, itiraz etmezler.

İlim ve hikmet önderi eşsiz sahabi: Abdullah b. Mes'ûd
Abdullah b. Mes‘ûd (r.a.), Mekke’nin zor şartlarında Hz. Peygamber’in emriyle Habeşistan’a gittiği gibi Medine’ye hicret edenlerin ilkleri arasında da yer almıştı. İbn Mes’ûd, ashab-ı kiram içerisinde ayrıcalıklı bir yere sahip olmasının yanında Hz. Peygamber nazarında da oldukça önemli bir isimdi. Sahabiler arasında ahlakı ve yaşantısı itibarıyla “Resulüllah’a en fazla benzeyen kimse” olarak kabul edilen İbn Mes’ûd, Hz. Peygamber’in hayat tarzını, ahlak ve tavırlarını örnek alma konusunda son derece gayret gösterirdi. Hz. Peygamber’in bizzat terbiyesinde yetiştirdiği âlim ve arif bir sahabi olan bu isim, Kur’an’ı ve Resulüllah’ı o denli iyi anlamıştı ki Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer başta olmak üzere pek çok sahabi, kendisine danışmadan iş yapmazdı. Bu itibarla onun fikirlerini “en isabetli görüş” olarak kabul ederlerdi.

Gün içinde kılamadığımız namazların kazası
Günlük işler, sanat ve meslekler, aile fertlerinin geçimini sağlamak için yapılan çalışma ve yolculuklar namazın geriye bırakılması için özür sayılmaz. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Öyle kimseler vardır ki, onları ne bir ticaret, ne de bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyar. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşete düşeceği günden korkarlar.” (Nûr, 24/37) Unutmak, uyuyakalmak gibi meşru mazeret olmaksızın namazı kazaya bırakmak büyük günahtır. Hangi şekilde olursa olsun vaktinde kılınmayan namazların mutlaka kaza edilmesi gerekir. Meşru mazerete dayalı olarak namazını vaktinde kılamayan kimse bundan bir sorumluluk altına girmediği gibi o namazı kaza etmekle borcundan da kurtulur. İhmal ve tembellik sebebi ile namazı vaktinde kılmayan kimse ise bu namazı kaza etmekle namaz borcundan kurtulur. Namazı vaktinde kılmamanın vebalinden kurtulmak için ise kişinin tövbe etmesi gerekir.

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX


Vakıflar
Türk ve İslam medeniyeti ile özdeşleşen vakıf düşüncesi, esasında tarih boyunca toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Vakıf ve yardımlaşma müesseselerinin asıl zirve noktasına ulaşması ise İslam dininin iyilik ve yardımlaşma ile ilgili öğretileri vesilesiyle olmuştur. İslam düşüncesinin toplumsal birlik ve beraberliğe atfettiği önemle birlikte müminlerin hayırda yarışmaları gerektiği inancı ve felsefesi, Müslüman devlet ve toplumların esas dinamiğini oluşturmuştur. Bilhassa Peygamberimizin (s.a.s.) şahsında eylem ve sözleri ile muazzam bir örnekliğe ulaşan Allah adına hayırda yarışma, iyilik ve yardımda bulunma, bütün Müslümanlar için en önemli hususlardan kabul edilmiştir. Nitekim Müslümanların yardımlaşması, yetimi, fakiri gözetmesi, onlara iyilik yapması, infakta bulunması gerektiği ile ilgili ayetlerin sayısı Kur’an da oldukça fazladır. Pek çok ayette namaz emrinin hemen ardından zekât emredilmiştir.

Engellilik: Cennete kavuşturan imtihan
İnsana Yüce Rabbimiz katında değer kazandıran, şöhreti, kudreti, sağlığı ya da zenginliği değildir. İnsan varlıkların en şereflisi olarak Allah katında değerlidir ve bu değeri yükseltmesinin yolu ancak iman, ibadet, iyi davranışlar ve güzel ahlak ile mümkündür. Dolayısıyla doğuştan ya da sonradan ortaya çıkan hastalık ve engellilik hâlleri, hayatın gerçeği olup insanın noksanı değildir. Bilâkis sabır, sebat ve gayretle sonu cennete ulaştıran birer imtihan vesilesidir. Sağlığımızı korumak ve gerektiğinde tedavi yollarına başvurmak Rabbimizin emri, Peygamberimizin sünnetidir. Bütün gayretimize rağmen takdir-i ilâhî sonucu herhangi bir hastalığa yakalanırsak, o zaman da tedavi olmalı, maneviyatımızı güçlü tutmalı ve sabretmeliyiz. Elimizdeki her nimet gibi, yaşadığımız her zorluk da Rabbimizin rızasını kazanmak için bir vesiledir. Yüreğimizde beslediğimiz sevgiyle engelli kardeşlerimize umut aşılamak, onlar için hayatı kolaylaştırmak hepimizin vazifesidir.

el-Fettâh
Fettâh, “iyilik kapılarını açan, mutlak adaleti sağlayan, hak ile batılı birbirinden ayırıp gerçeği ortaya çıkaran, mümin kullarının muzaffer olmalarını sağlayan” anlamlarına gelir. Bitkilerin çiçek açması, tohumların çatlaması, rızık ve rahmet kapılarının açılması hep Fettah isminin tecellisi ile olduğu gibi kalplerin marifete, akılların hakikate, gönüllerin ferahlığa açılması da yine bu ismin tecellisi iledir. Nimetini açtığında engel olacak olmadığı gibi rahmet kapılarını açmazsa o nimeti bize ulaştıracak hiçbir kuvvet de yoktur. O’nun açtığı kapıyı kimse kapatamaz; açmadığını da kimse açamaz. Kullarına rızık ve merhamet kapılarını; zor veya kördüğüm olmuş işleri, hakkı görmeleri için insanların kalplerini ve gözlerini, sıkıntı ve darlıktan sonra gönülleri açan O’dur. İmam Kuşeyri’ye göre Cenab-ı Hakk’ın el-Fettâh ismiyle müsemma olduğunu bilen bir kul, O’nun lütuf ve kereminin mutlaka geleceği ümidini taşır. Her an görünmez âlemlerden bir hayır ve bereket kapısının açılması mümkündür. Allah’tan bunu istemek ve sebeplerine yapışmak lazımdır.

Yetimlere sahip çıkmak
Yetimler topluma Allah’ın emanetidir. İslâm’ın yetimlere ilişkin konularda yaptığı vurgunun, günümüz itibariyle hem yetimleri, hem öksüzleri, hem de annesi babası tarafından terkedilen, kimsesiz, aç, açık ve muhtaç durumdaki bütün çocukları kapsadığını söyleyebiliriz. Peygamberimiz (s.a.s.) yetim çocukların fiziken ve ruhen gelişimine, eğitim ve öğretimine büyük özen göstermiş ve bu hususta önemli tavsiyelerde bulunmuştur. O yetim çocuklara olan sevgi ve ilgisini fiilî olarak da ortaya koymuş, onlara sahip çıkmış, kol-kanat germiştir. O, “Ben her mümine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim vazîfemdir.” (Müslim, Cuma, 43) buyurmuş ve Ebû Ümâme’nin (r.a.) Kebşe, Habîbe ve Fâria adlı üç küçük kızını himayesine alarak bu yetim yavruların ihtiyaçlarıyla yakından alâkadar olup onların nebevî terbiye altında yetişmelerini sağlamıştır. (İbn-i Sa’d, III, 610)

KUR'AN VE SÜNNET BİR BÜTÜNDÜR
Kur’an-ı Kerim, Allah tarafından bütün insanlığa gönderilen son ilâhî hitaptır. Cenâb-ı Hakkın sözü, kelâmıdır. Okunması ibadet olan Kitâp’tır. Hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, helal ile haramı birbirinden ayıran Furkân’dır. Sünnet, Sevgili Peygamberimizin hayat tarzı, sözleri, fiilleri ve onaylarıdır. Kur’an, bize imanı ve yalnızca Allah’a kul olmayı emretmiş; sünnet, imanın hakikatlerini öğretmiştir. Kur’an, bize imanımızın gereği olan ibadetleri emretmiş; sünnet, bu ibadetleri nasıl yapacağımızı göstermiştir. Kur’an, bize güzel ahlâkı emretmiş; sünnet ise erdemli bir hayata model olmuştur. Öyleyse Kur’an ve sünnet ayrılmaz bir bütündür. Dinimizin esasını teşkil eden Kur’an’ı, Peygamberimizin sünnetinden ayrı düşünmek imkânsızdır. Onun güzide yaşantısı, Allah’ın rızasına uygun yaşayan iyi bir Müslüman olmak için önümüzdeki en güzel örnektir. “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab 33/21).
Mîzan
Tartı aleti, terazi ve ölçü gibi anlamlara gelen mizan, ahirette insanların yeryüzündeki davranışlarından dolayı hesaba çekildikten sonra iyi ve kötü davranışlarının tartıldığı ilahi adalet ölçüsüdür. “O gün (amelleri tartacak) terazi haktır. Artık kimin tartıları ağır gelirse işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de tartıları hafif gelirse işte onlar, âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.” (Araf, 7/8) “Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız; artık kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez. Yapılan, bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu getirir ortaya koyarız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiya, 21/47) Ayet ve hadisler, mîzanın âhiret hallerinden ve orada gerçekleştirilecek işlemlerden biri olduğunu açıkça göstermektedir. Ancak mahiyeti tam olarak bilinmemektedir. O dünyadaki hiçbir teraziye benzememektedir. Bu hususta onun, amellerin miktarını tespite yarayan bir şeyden ibaret olduğuna iman etmek ve mahiyetini Allah’a havale etmek en isabetli yöntemdir.

Dili muhafaza etmek
Yüce Allah, insanları ruh ve beden kabiliyetleri bakımından, canlıların en mükemmeli kılmıştır. Bir ayrıcalık olarak insana, düşünme ve konuşma yeteneği vermiştir. Allah, insan için dilin büyük bir nimet olduğuna “Biz ona bir dil ve iki dudak vermedik mi? (Beled 90/9)” mealindeki ayetinde işaret etmektedir. Dil ile söylediğimiz her sözün, melekler tarafından kaydedilmekte olduğu açıkça ifade edilmektedir: “İnsan, hiçbir söz söylemez ki, onun yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf 50/18) Kişi dilini iftira, yalan, gıybet, söz gezdirme, ara bozma, insanları birbirine düşürme gibi dinimizin haram kıldığı sözleri söylemekten ve dinlemekten kesinlikle korumalıdır. Dil, bir anahtar gibidir. Hayrın da şerrin de kapısını açabilir. Bu nedenle ağzımızdan çıkacak sözlere dikkat etmeli, aklın ve imanın terazisinde tarttıktan sonra söylemeliyiz. Düşünmeden söylediğimiz sözlerin, kırgınlıklara, dargınlıklara, kavgalara, hatta çeşitli olumsuzluklara kapı açabileceğini ve insani ilişkilerin bozulmasına sebep olabileceğini unutmamalıyız.

Yüceler yücesi el-Aziz
Yüce Allah’ın isimlerinden biri olan el-Aziz; izzet, azamet, şeref ve onur sahibi, mağlup edilmesi mümkün olmayan, daima galip gelen anlamlarına gelmektedir. Allah’ın ‘Aziz’ sıfatı, O’nun hiçbir zaman, hiçbir güç ve kuvvet tarafından mağlup edilemeyeceğini, her zaman galip olanın kendisi olduğunu anlatır. Allah kâinatta mutlak güç ve kuvvet sahibidir ve O’ndan üstün hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Zaten her şeyi kendisi yarattığı için buna imkân ve ihtimal de yoktur. Bu inançla ona sığınanlar da güç ve kuvvet kazanır. Allah Teala bir ayette (Münafikun, 63/8.) “İzzet Allah’ın, Resul’ünün ve iman edenlerindir.” buyurarak Resul’ünü ve müminleri kendi yanında izzetine ortak etmiştir. Bu mertebe Allah’tan başkasının veremeyeceği muazzam bir ikramdır. İzzet ve şeref Allah’a kulluktadır. O’na her elimizi açışımızda izzetinin kapısında duruyoruz demektir. Her ibadetimiz, her zikrimiz, her duamız bize O’nun izzetini hatırlatan vesilelerdir.

Ensarın ilk öğretmeni: Mus'ab b. Umeyr (ra)
Zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Mus’ab b. Umeyr, bu zenginliği elinin tersiyle itmiş ve Müslüman olmuştur. Müslüman olduğu için çok baskı görmüş ancak dininden vazgeçmemiştir. Birinci Akabe Biatı’ndan sonra Resûl-i Ekrem, Medineliler’in isteğiyle onu İslâm tarihinin ilk muallimi olarak görevlendirmiştir. Bu sebeple Medine’ye ilk hicret eden sahâbî olarak da kabul edilir. Mus‘ab, Hz. Peygamber’in tebliğ tarzını çok iyi kavraması, Kur’ân-ı Kerîm’den o zamana kadar inmiş âyetleri ezbere bilmesi ve etkili konuşmasıyla birçok kişinin İslam’a girmesini sağlamıştır. Bedir’de muhacirlerin, Uhud’da bütün Müslümanların sancağını o taşıdı. Uhud Gazvesi’nde Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadı. Her iki eli de kesilince sancağı kollarıyla göğsüne bastırarak dik tutmaya çalışırken şehit düştü. Savaştan sonra şehitler defnedilirken Hz. Peygamber, yoksul bir kıyafet içindeki Mus‘ab’ı yanındakilere göstererek onun bir zamanlar en güzel elbiseleri giydiğini, en güzel yemekleri yediğini fakat Allah ve Resulünün sevgisini her şeye tercih ettiğini söyledi.

Marifetullah
Kelime olarak “Allah’ı bilme ve tanıma” anlamına gelen mârifetullah “Allah’ın zâtı, sıfatları, fiilleri ve isimleri hakkındaki bilgi” şeklinde tanımlanmıştır. Mârifetullah, kişinin Allah'ı hakkıyla tanıması, bilmesi ve buna göre O'na bağlanması demektir. Zira kişi, Allah'ı hakkıyla tanırsa, O'nun emir ve yasaklarına bağlanır. Mârifetullah hususunda şu üç nokta yer almaktadır: 1. Allah'ı ve O'nun birliğini bilmek, yüceliğini kabul etmek ve her türlü eksiklikten münezzeh kılmak. 2. Allah'ın sıfatlarını ve bu sıfatların hükümlerini bilmek. 3. Allah'ın fiillerini ve bu fiillerin hikmetlerini kavramak. Allah’ı bu şekilde tanımak da insanın kendini tanımasına (ma‘rifetü’n-nefs) bağlıdır. Ebû Saîd el-Harrâz bu durumu, “Nefsini bilmeyen rabbini bilemez” şeklinde ifade etmiştir. İnsanın nefsini bilmesi rabbini bilmesinin başlangıcıdır. Rabbini bilmesi, nefsini bilmesinin neticesidir. Yani insan nefsinin sıfatlarında ârif olmadıkça rabbinin sıfatlarını idrak edemez.

Kul hakkını gözetme
Güzel dinimiz İslam’da “kul hakkı” olarak adlandırılan ve beşerî ilişkilerin neredeyse temelini oluşturan çok ciddi bir kavram vardır. Kul hakkı ise insanların mal varlıkları, canları, ırz ve namusları, manevî şahsiyetleri, makam ve mevkileri, inanç ve yaşayışları ile kişisel ya da aile fertlerine ilişkin haklarına saygı göstermektir. Kul hakkı kavramı, insanlar arası ilişkileri sağlamlaştıracak; iyiliğin, insafın, adalet ve merhametin kök salmasını sağlayacak; ahlaki yapının pekişmesine vesile olacak, bunun sonunda da kişinin ahiret mutluluğunu yakalamasına etki edecek önemli bir kavramdır. İslam dini; ırk, milliyet, siyasi anlayış, dil ve tahsil farkı gözetmeksizin, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder. Kul hakkına riayet, dinimizin en çok dikkat çektiği konudur. Peygamber Efendimiz (sas.) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden evvel o kimseyle helalleşsin!” (Buhârî, Mezâlim, 10).

Hacer-i muallak
“Asılı duran taş” anlamına gelen hacer-i muallak, Kudüs’te harem-i şerif içindedir. Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân tarafından bu taşın üzerine Kubbetü’s-Sahra inşa edilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde taşın alt kısmı duvarlarla örülerek korumaya alınmıştır. Hem Yahudiler hem de Müslümanlar tarafından kutsal kabul edilir. Hz. Peygamber (sas)'in Miraç’a çıkarken üstünde durduğu taş olmasının yanı sıra Hz. İbrahim (as)’in oğlu Hz. İsmail (as)'i kurban etmek için kullandığı taşın da bu olduğuna inanılmaktadır. Hristiyanlar ise İsa Mesih’in bu kaya üzerinden tüm insanlığı tebliğe çağıracağını düşünürler. Hacer-i Muallak’ın havada durduğuna inananlar da vardır. Ancak bununla ilgili sahih bir rivayet olmadığı gibi bilimsel bir delil de yoktur.

Hz. Peygamber'in geçmiş ilahi kitaplarda müjdelenmesi
Kur’an-ı Kerim Hz. Muhammed a.s. ın peygamber olarak gönderileceğinin Tevrat ve İncil de yazılı olduğunu şöyle haber vermektedir: “Onlar, ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, ümmî Peygamber’e uyarlar”( A’râf, 7\157) Bununla birlikte Hz. İsa da bu konuyla ilgili ümmetine şöyle hitap etmiştir: Ey İsrailoğulları! Ben Allah tarafından size gönderilmiş bir elçiyim; benden önce gelen Tevrat’ı doğrulamakta ve benden sonra gelen gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdelemekteyim.” (Saf, 61\6). Tevrat’ta da “ Allah’ın Rab senin için aranızdan, kardeşlerinden benim gibi bir peygamber çıkaracak; onu dinleyeceksin” ifadelerinin yer almasını İslam âlimleri mevcut Tevrat ve İncil’de Hz Muhammed’le ilgili müjdenin olduğuna delil göstermişlerdir. İlaveten Hz. İsa’ya vahyedilen İncil’de bu haberin mevcut olduğunu fakat daha sonra tahrif neticesinde İncil metinlerinden çıkarıldığını belirtmişlerdir.

Cömertlikte son nokta: Îsâr
Bir şeyi veya bir kimseyi seçmek, üstün saymak anlamına gelen diğerkâmlıkla eş anlamlı olarak kullanılan Îsâr, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in bize öğrettiği güzel ahlâkın âdeta zirvesidir. Îsâr, çok yönlü ve geniş kapsamlı bir ahlâkî vasıftır. Bu ahlaki vasıfların yansıdığı bir alan da cömertliktir. Îsar; cömertlikte son noktadır. Cömert kimse mal tutkusuna mağlup olmayan kimsedir. Mal tutkusu, onu elinde bulundurma sevgisi bazen insanın benliğine hakim olabilir. İşte bu halde olan birey, malını başkalarına vermeye, dinî tabirle infak etmeye güç yetirir ve bu davranışından dolayı bir sıkıntı duymazsa o kimse cömert bir kimsedir. Cömertlik, malı boş yerlere harcamak değildir. Mal ve servet özü itibariyle kötü bir şey değildir, çünkü o, Allah’ın insanlığa bahşettiği en büyük nimetlerden birisidir. Onun yerli yerinde, ihtiyaç halinde kullanılması gerekir. İhtiyaç zamanında harcanmaması cimrilik, gereksinim duyulmadığı halde saçıp savrulması da israf olmaktadır.

Evden çıkarken okunabilecek dua
Mü’minin, her türlü beşerî tedbire başvurduktan sonra, Allah’a güvenip O’na teslim olması, Allah’tan yardım ve korunma talebinde bulunması, kul olmanın, sınırını idrak edebilmenin bir gereğidir. Bu bakımdan evden çıkarken ve eve girerken Allah’a yönelip her türlü kötülük ve tehlikelerden O’nun korumasına ve himayesine sığınmak; kişiye dua ve ibadet sevabı kazandırmasının yanı sıra güven ve huzur ortamı da sağlayacaktır. Hatta yapılacak bu dua belki de kişinin insanlarla ilişkilerinin daha düzenli, günlük iş ve icraatlarının daha verimli ve bereketli olmasına da vesile olabilecektir. Evden çıkarken okunacak dua şu şekildedir: “Allâhümme innî e’ûzü bike en adılle ev üdalle, ev ezille ev üzelle ev azlime ev uzleme ev echele ev yüchele ‘aleyye.”Anlamı ise;“Ey Allah’ım! Hak yoldan sapmaktan, saptırılmaktan; ayağı kaymaktan, kaydırılmaktan; zulmetmekten, zulme uğramaktan; cahillik etmekten veya cahillikle karşılaşmaktan sana sığınırım.”(Ebû Davud, Edeb,103)
Görüp gözeten: El-Müheymî
Sözlükte “bir şeyi gözetimi altına alıp korumak ve onu yönetmek” manasındaki “heymene” kökünden türeyen “Müheymin” kâinatın bütün işlerini idare eden demektir. Allah yarattığı mahlukatın varlığını sürdürebilmesi için gereken tüm şartları bilir, onları kollar, gözetir; amellerini, rızıklarını, ecellerini bilip muhafaza eder. Onları varlıklarını tehdit eden tehlikelerden korumak da bu ismin tecellilerindendir. Bu tecelliler sayesinde biz varlığımızı bir bütün hâlinde koruyabilir; dağılıp gitmekten kurtuluruz. Fiziki bütünlüğümüz nasıl maddi hayatımızın devamı için şartsa ruhi bütünlüğümüzü korumamız da manevi varlığımız için öyledir. Bu nedenle bu ismin kalp huzuruyla yakın ilişkisi vardır. Her şeyin farkında olan, bizi en yakından gözetip kollayan bir Rabbimiz olduğunu bilmek; olmasını istediğimiz şeylerin bilindiğini, olduğunda O’nun ihsanı, olmadığında da O’nun takdiri olduğunu kabullenmek kâinatla kusursuz bir uyum içinde olmamızı sağlar.

Görüp gözeten: El-Müheymîn
Sözlükte “bir şeyi gözetimi altına alıp korumak ve onu yönetmek” manasındaki “heymene” kökünden türeyen “Müheymin” kâinatın bütün işlerini idare eden demektir. Allah yarattığı mahlukatın varlığını sürdürebilmesi için gereken tüm şartları bilir, onları kollar, gözetir; amellerini, rızıklarını, ecellerini bilip muhafaza eder. Onları varlıklarını tehdit eden tehlikelerden korumak da bu ismin tecellilerindendir. Bu tecelliler sayesinde biz varlığımızı bir bütün hâlinde koruyabilir; dağılıp gitmekten kurtuluruz. Fiziki bütünlüğümüz nasıl maddi hayatımızın devamı için şartsa ruhi bütünlüğümüzü korumamız da manevi varlığımız için öyledir. Bu nedenle bu ismin kalp huzuruyla yakın ilişkisi vardır. Her şeyin farkında olan, bizi en yakından gözetip kollayan bir Rabbimiz olduğunu bilmek; olmasını istediğimiz şeylerin bilindiğini, olduğunda O’nun ihsanı, olmadığında da O’nun takdiri olduğunu kabullenmek kâinatla kusursuz bir uyum içinde olmamızı sağlar.

Sesiyle karanlıkları aydınlatan sahabi: Bilâl-i Habeşî (r.a)
Mekke çöllerinde kızgın kayaların altında “Ehad!” diyordu Bilâl. Gün geldi Bilâl’in sesi Medine semalarında işitilir oldu. Allah’ın dini güçlendikçe Bilâl’in sesi daha gür çıkar oldu. Artık Peygamber Mescidinde müminleri namaza çağırıyordu Bilâl, Peygamber’in yanından hiç ayırmadığı müezzini olmuştu. Bilâl “Allahu ekber” dediği anda O’nun dışındaki her şey küçülüyordu. Bilâl “Eşhedu en la ilahe illallah” diyor, sesinin ulaştığı her bir zerre buna şehadet ediyordu. Bilâl “Hayya ale’s-salah” dediğinde Peygamber mescidi müminlerle dolup taşıyordu. Bilâl ezan okuyor, Allah Resûlü dinliyordu. Sonrasında Nebî’nin arkasında bütün bir kâinat kıyama duruyordu. Sadece Peygamber Mescidinde yankılanmadı, Allah Resûlü’nün gittiği her yere eşlik etti Bilâl’in sesi. Çok sevdiği müezzininin her an yanında olmasını arzuluyordu Nebî. Bir zamanlar Ehad diyen bu sesten, artık Allahu ekber nidaları işitiliyor, Bilâl’in sesiyle Mekke semaları aydınlanıyordu.



Yoksullarla dayanışma
Bir topluluk veya toplum içinde yaşayan her insanın, toplumda bulunan diğer insanlara karşı yerine getirmesi gereken birtakım görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Bunlardan biri de, fakir ve yoksul kimselerin yardımına koşmak ve maddi sıkıntılarını gidermektir. Bu hususlar da sosyal dayanışma ruhunun bireylere kazandırılmasıyla mümkündür. Sosyal dayanışma, toplumdaki her ferdin, kendi üzerinde topluma karşı yerine getirilmesi gerekli olan birtakım görev ve sorumlulukların bulunduğunu hissetmesi ve imkânları nispetinde toplum yararına sağlamış olduğu maddi ve manevi katkılarıdır. Sosyal dayanışma bilincine sahip olan insanlar, fakiri gözetir, yetimi barındırır, güçsüze yardım ederler. Böylece toplumda zayıf ve güçsüzlerin ihtiyaçlarının giderildiği bir ortam sağlanır. Zenginle fakir arasındaki uçurumlar ortadan kalkar. Karşılıklı sevgi ve saygı bağları kuvvetlenir. Bu yüzden İslam’da topluma adeta şifa olan sosyal dayanışmayı sağlamak amacıyla zekât farz kılındığı gibi sadaka ve hibe gibi yardımlaşma, infak çeşitleri de teşvik edilmiştir.



Herkes doğru olur sen doğru isen
İslam; hakikate, doğruluğa ve hakkı söylemeye büyük önem vermiştir. Öyle ki doğruluk ve dürüstlük anlamına gelen sıdk, peygamber sıfatlarından biridir. Müslüman denilince de akla gelen ahlaki erdemlerin en başında doğruluk gelir. Çünkü doğruluk; kurtuluşun nuru ve yüksek ahlakın bir gereğidir. Hakkı söylemek de müminin şiarıdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s), “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya hayır söylesin ya da sussun.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123) buyurmuşlardır. İnsanın söz ve davranışlarında doğruluğu esas alıp yalandan kaçınması hem dinî/ahlâkî hem de dünyevî açıdan gereklidir. Fert ve toplumun sağlıklı bir hayata sahip olması için insan ilişkilerinde yalandan uzak durulması ve dürüstlüğün esas alınması gerekir. Zira bir toplumda yalan, dedikoduya, dedikodu da insanların birbirine karşı nefret beslemesine ve düşmanlığa yol açar. İnsanların kamplara ayrıldığı ve düşmanlığın hüküm sürdüğü bir ortamda ise emniyet içinde yaşamak imkânsız hâle gelir. Dolayısıyla, bireysel ve toplumsal açıdan huzurlu olmak için yalandan sakınmak önemlidir.


Nübüvvet ve risalet
Allah ile kulları arasında dünya ve âhiret hayatlarıyla ilgili ihtiyaçlarının giderilmesi için yapılan elçilik görevine nübüvvet denir. Risâlet kavramı da nübüvvetle eş anlamlı kabul edilmektedir. Ancak dinî literatürde daha çok nübüvvet tercih edilmiştir. Allah’ın elçi olarak seçip görevlendirdiği kişiye nebî veya resul denir. Âyetlerden anlaşıldığına göre Cenâb-ı Hak, insanlara yaratılıştan itibaren peygamberler vasıtasıyla doğru yolu gösteren vahiyler ve bunları içeren kitaplar indirmiştir. Hz. Mûsâ’ya hidayet kaynağı olarak Tevrat’ı, Dâvûd’a Zebûr’u, Îsâ’ya bunları tasdik eden İncil’i, Peygamberimize de (s.a.s.) geçmiş bütün nebî ve resullerin getirdikleri ilâhî kitapları tanıtıp doğrulayan Kur’an’ı indirmiştir. Peygamberler içlerinde yaşadıkları halkın diliyle ilâhî buyrukları tebliğ etmişlerdir. Bu tebliğde Allah’ın birliğine, ilâhî kitaplara, peygamberlere, meleklere ve âhiret gününe iman etmek, oruç tutmak, iyilik yapıp kötülükten sakınmak, adam öldürmemek, hırsızlık yapmamak, yoksullara ve yetimlere yardım etmek gibi temel ilkeler yer almıştır.


Abdest: Bedenimize sağlık, ruhumuza huzur
İslam’a göre, temizlik, imandan gelen bir sorumluluktur. Nitekim Sevgili Peygamberimiz de “Temizlik imanın yarısıdır.” (Tirmizî, Deavât, 86) buyurmuştur. Bu yüzden mümin tertemiz bir bedene, huzura ermiş bir kalbe, günahlardan arınmış bir ruha sahip olmak için abdest alır. Böylelikle de maddî ve manevî yönden temizlenerek Allah’ın huzuruna pak ve nezih bir şekilde çıkar. Mümin, abdesti hem ibadet sevabı kazandıran hem de kendisini kirden ve mikroptan koruyan büyük bir nimet olarak görür. İslam’ın direği, müminin miracı olan namaza abdestle hazırlanır. Kur’an-ı Kerim okumadan önce abdest alır. Kâbe’yi abdestli tavaf eder. Böylece mümin, bir yandan en çok kirlenen uzuvlarını her gün en az beş kere temizler, diğer yandan da Peygamber Efendimizin şu müjdesine nail olur: “Her kim abdest alır ve abdestini güzelce almaya özen gösterirse, günahları vücudundan çıkar, hatta tırnaklarının altından süzülür gider.” (Müslim, Tahâret, 33)


Biz insanı en güzel biçimde yarattık
İnsan yaratılmışların en şereflisi ve en mükemmelidir. Üstün niteliklerle ve güzel vasıflarla donatılmıştır. İnsan, yerlerin ve göklerin tek sahibi olan Yüce Allah tarafından mükemmel bir biçimde yaratılmıştır. Allah, insana dengeli ve ölçülü bir beden, canlılık kazandıran bir ruh, doğru ile yanlışı ayırt etmeye yarayan bir akıl ve hayatını anlamlı kılabilecek bir vicdan vermiştir. Gerçekten de insan, mahlûkat içinde mümtaz bir yere sahiptir. Gerek yaratılışı itibarıyla sahip olduğu akıl, irade, zekâ, tefekkür, muhakeme gibi kabiliyetler, gerekse yaşamı boyunca Allah’ın kendisine bahşettiği nimetler, ona yaratılmışlar içinde büyük bir şeref ve değer kazandırmıştır. Dolayısıyla insanın gerçek değeri, yaratılıştan elde ettiği özellikler ve ilahi nimetlere mazhariyeti yanında Yaradan’a, kendisine ve çevresine karşı taşıdığı sorumluluğa riayetiyle ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle insan, sorumluluk bilinciyle hareket ettiği oranda onurlu ve değerlidir.


İslam mimarisi ve şehirciliği
Müslümanların kendi medeniyet tecrübesi içinde ortaya koydukları mimari gelenek “İslâm mimarisi” olarak isimlendirilir. İslam mimarisi kendine özgü yönleriyle İslâm dininin ruhunda bulunan değerleri belirli biçim ve semboller halinde yansıtır. İslam sanatı ve mimarisinde en önemli hususlardan biri tevhit, diğeri ise insan fıtratının gözetilmesidir. Mimaride insani ölçülerin korunması, insan hayatını kolaylaştıracak unsurların öne çıkarılması İslam şehirlerinin en önemli özelliğidir. Bu nedenle İslam mimarları tarafından oluşturulan çevre Allah (c.c) tarafından yaratılan doğanın bir uzantısı gibidir. Klasik mimaride İslâm şehirleri, ulu camiin çevresinde yer alan çarşı ve dükkânlardan oluşur, çarşıların dış kısmından itibaren mahalleler yer alır. Camiler daima İslâm şehrinin odak yapıları olarak yönetim binaları, hatta saraylardan bile daha önemli konumda bulunur. Ayrıca evler komşunun mahremiyetine halel getirmeyecek, güneşini engellemeyecek şekilde inşa edilir.


MUHALEFETÜN Lİ'L-HAVADİS c.c.

Allah’ın [celle celâluhû] Zâtî Sıfatlarından Muhâlefetün li’l-Havâdis Sıfatı Bu sıfat, Allah’ın yaratılmış olan hiçbir şeye benzememesi demektir. Yüce Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur. O’na eşit ve denk olan hiçbir varlık yoktur. Zaten kadim, bâki ve bir tek olan varlığın sonradan olanlara benzememesi, yine O’nun bu sıfatlarının bir sonucudur ve O’nun yüce zatına mahsustur. Mükevvenat ve mümkünat (yaratılan ve yaratılabilen) dediğimiz şeyler değişir, başkalaşır, birbirine benzeyebilir ve sonunda yok olurlar. Neticede kâinatta var olan her ne varsa, her hal ve şekliyle asla Allah’a benzemez. İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyacı vardır. Örneğin mekâna, zamana, yiyip içmeye, gezip dolaşmaya, doğmaya, doğurmaya ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah’ın ise bunlardan hiçbirine ihtiyacı yoktur ve bu gibi sıfat ve hallerden de berîdir. Allah Teâlâ’nın zatının ve sıfatlarının hakikatini aklen tasavvur edebilmek ve ilâhî mahiyetini kavrayabilmek mümkün değildir.


Müslüman dini ve ahlaki değerleriyle yaşar
“En hayırlı ümmet” övgüsüne mazhar olan her bir mümin, zihnine ve gönlüne yalnızca İslam’ın yüce değerlerini nakşeder. Kaynağı vahiy olmayan her çeşit düşünce ve alışkanlıklar karşısında dikkatli davranır. İmanına zarar verebilecek tehlikelerden uzak durur. Söz ve davranışlarına İslam ahlakını yansıtır. Sevgili Peygamberimiz (sav) bir hadisinde bizleri şöyle uyarmaktadır: “Kim bir topluluğa benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4) Yani bir kimse kendi değerlerini yaşamak yerine başkasına özenir, onun inanç ve adetlerini benimserse, sonunda onlar gibi düşünmeye ve yaşamaya başlar. Zira maddi ve fiziki benzeşmenin manevi sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. O halde Rabbimize ve kendimize karşı sorumluluğumuzun bilincinde olalım. Yaratılış gayemizden uzaklaştıran her türlü davranıştan uzak duralım. Kur’an’a ve sünnete sımsıkı sarılalım. Unutmayalım ki toplumlar, dinî ve ahlaki değerleriyle ayakta durur ve bu değerlerden beslenen şuurla yaşarlar. 

Üç aylar yenilenme mevsimidir
Recep, Şaban ve Ramazan’ı içinde barındıran üç aylar, Regâib gecesiyle başlar. Miraç ve Berat gecesiyle devam eder. Bin aydan daha hayırlı Kadir gecesiyle zirveye ulaşır. Birlik ve beraberliğimizi güçlendiren ülfet ve muhabbetimizi artıran Ramazan bayramıyla taçlanır. Üç aylar, gönül hanemize konuk ettiğimiz kutlu misafirimizdir, müminler için bir yenilenme mevsimidir. Allah Resûlü (sas) üç ayları karşılarken şöyle dua etmiştir: “Allah’ım! Recep ve Şaban aylarını hakkımızda mübarek eyle, bizi Ramazan ayına ulaştır.” (İbn Hanbel, Müsned, 1, 259) Bizler sukunetin gönüllere indiği bu mübarek vakitlerde ömrümüzün muhasebesini yapar, yaratılış gayemizi yeniden idrak ederiz. Kulluk ve ibadete, hayır ve hasenata, iyiliğe her zamankinden daha fazla yönelir gönül dünyamızı imar ederiz. Bu gün ve geceleri Rabbimizin rızasını kazanmak için vesile kılalım. Ancak kulluğumuz yalnızca bu gün ve gecelerle sınırlı kalmasın. Hayatımız boyunca rağbetimiz daima Yüce Mevlâ’ya olsun. 

İman-Güzel Ahlak ayrılmazlığı
İslam dini, insanları dünya ve ahiret saadetine ulaştırmayı amaç edinmiştir. Yüce Allah’ın gönderdiği peygamberler aracılığıyla bu iki saadetin yollarını göstermiştir. Peygamberler, bize öğrettikleri iman esaslarıyla Allah’ın varlığı, evrenin konumu, Allah ile olan ilişkisi, bizim konumumuz ve hem Allah’la hem de evrenle olan ilişkilerimizin mahiyetini ortaya koymuş; nereden gelip nereye gittiğimiz konusunda bizi aydınlatmışlardır. “İman esasları” olarak ifade ettiğimiz bu inanç sistemi Allah ve âlemle ilişkilerimizi belirler. İslam dininde iman ile güzel ahlak arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. İslam bir ağaca benzetilecek olursa iman bunun köklerini, salih amel gövdesini ve güzel ahlak da yaprak, çiçek ve meyvelerini temsil etmektedir. Şüphesiz kök ve gövdenin varlık nedeni ve nihai hedefi meyvedir. Dolayısıyla insan ancak onunla beklentilerine ulaşmış olur. Müslümanlıkta da bütün sistemin odaklandığı nihai hedef “mekârim-i ahlakı tamamlamak”tır.

Mezar taşı kitabeleri
Mezar taşları millî kültür varlıklarımız olarak, tarih boyunca medeniyetimizin sembolü olmuşlardır. Şehirlerimizin merkezinde yer alan kabirler büyük bir estetik ve zarafet unsuru olarak inşa edilmiştir. Bunların dışında cami, tekke ve türbe gibi yapıların bitişiğinde hazire denilen mezarların da inşa edildiği bilinmektedir. Üç kıtada büyük bir medeniyet imparatorluğu kuran Osmanlı Dönemi’nde yapılan mezar taşları gerek taş işçiliği gerekse üzerindeki yazıların edebî varlığı ile eşsiz örneklikteki yapılardandır. Osmanlı Dönemi mezar taşlarımız birer estetik unsuru olarak yüksek medeniyet anlayışımızın en önemli değerlerindendir. Mezar taşları dışında önemli dinî önder veya devlet adamlarının kabirlerinin bulunduğu türbe ve kümbetler de süsleme ve işçilik bakımından medeniyetimizin en önemli yapılarından kabul edilmektedir. Kabirlerimizin sahip olduğu estetiği ve temsil ettiği değeri muhafaza etmek ise hem ecdada saygının bir ifadesi hem de milli vazifemizdir.

Gösteriş merakı: Riya
Beğenilmek, takdir edilmek, övülmek, parmakla gösterilen, görünen, bilinen olmak… İnsan olarak hepimizin kalbinin bir köşesinde bu duygular az ya da çok vardır. Allah Resûlü “Kim duyulsun diye iyilik yaparsa, Allah (onun bu niyetini herkese) duyurur. Kim gösteriş için iyilik yaparsa, Allah da (onun bu riyakârlığını herkese) gösterir.” (Müslim, Zühd, 48) buyurur. İnsanın içini sinsice kemiren riya hastalığına karşı ikaz eder hepimizi. Başkalarını kandırdığını zannederek kimse kendini kandırmasın ister. Zira er ya da geç, riyakârın gerçek niyeti, kalplerde olanı hakkıyla bilen Yüce Allah (Teğabün, 64/4) tarafından ortaya çıkarılacaktır. Riya yaparak kimi kandırıyoruz aslında? Bu soru üzerinde çokça düşünmeliyiz. Ve kalbi sinsice ele geçiren bu illetten korunmak için Sevgili Peygamberimizin şu duasıyla Rabbimize sığınmalıyız: “Allah’ım fakirlikten, küfürden, şirkten, nifaktan ve görsün duysunlar diye yapılan amelden sana sığınırım.” (İbn Hibban, Sahih, III, 300) (Hale Şahin, “Riya: Kimi Kandırıyoruz?”, Hikmetin 40 Kapısı, s. 53-56)

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX


Süleyman Çelebi ve Vesiletü'n-Necat
Süleyman Çelebi, Bursa Ulucamii’nin imamıdır. Meşhur eseri Vesîletü’n-Necât’ı kısaca Mevlid’i Osmanlı Devleti’nin fetret döneminde burada kaleme almıştır. Vesîletü’n-Necât, kurtuluş vesilesi anlamına gelir. Süleyman Çelebi içine düşülen fetretten kurtuluşa vesile olması niyetiyle eserine bu ismi vermiştir. Çünkü o, fetretin ancak Hz. Peygamber’in manevi şahsiyetine, Kur’an, Sünnet ve dinine bağlanmakla aşılacağını düşünmüştür. Vesîletü’n-Necât, hem sade ve anlaşılır Türkçesiyle hem de derin ve etkili bir anlam dünyasına karşılık gelen ahenkli söyleyişiyle altı yüz yıldır mevlid yazmak isteyen şairlere ilham kaynağı olmuştur. Ancak bugüne dek onun gibisi kaleme alınamamıştır. Bu bakımdan Süleyman Çelebi kurucu bir şahsiyettir. Altı yüz yıldır bu toprakları mayalayan ardında bıraktığı biricik eseri ise Rumca, Arapça, İngilizce, Almanca, Boşnakça, Arnavutça, Çerkesçe ve Gürcüce’ye yapılan çevirileriyle geniş bir kültür havzasında tesir bırakmıştır.

Allah C.C temizdir, temizliği sever
Hayatta her iyiliğin ve güzelliğin başı sağlık, sağlığın başı da temizliktir. Sevgili Peygamberimiz hastalıktan önce sağlığın kıymetini bilmeyi tavsiye etmiştir. (Hâkim, Müstedrek, IV, 341) Bazen Peygamberimizin bu uyarısını unutuyoruz. Sıhhatin değerini ancak onu kaybettikten sonra anlıyoruz. Oysa temiz olmak ve sağlığımızı korumak öncelikle bizim görevimizdir. Peygamberimiz “Allah güzeldir, güzel olanı sever; temizdir, temizliği sever; kerem sahibidir; cömertliği sever.” buyurur. (Müslim, Îmân, 147) Temizlenme imkânı olduğu halde üstü başı kirli, saçı sakalı bakımsız, evi barkı düzensiz olan kişi, insanların yanında olduğu gibi Allah’ın katında da makbul değildir. Çünkü Allah’a hakkıyla ibadet ederek rızasını kazanmak ancak temizlikle mümkündür. Eşsiz bir temizlik vesilesi olan abdest ve gusül, namazın yanı sıra birçok ibadetin ön şartıdır. Beden temizliğine, ağız ve tırnak bakımına özen göstermek, haftada en az bir defa yıkanmak Peygamberimizin sünnetidir. (DİB Hutbeler, “Allah Temizdir, Temizliği Sever”, 06.03.2020)

Cuma namazının fazileti
“Güneşin doğduğu en hayırlı gün” (Müslim, Cum’a, 18) olan cuma günü, Müslümanlar olarak büyük sevinç yaşarız. Haftalık dirilişimize vesile olan bu eşsiz günde, gündelik meşgaleler ve dünyevî kaygılardan sıyrılıp Rabbimizin huzuruna dururuz. Duaların geri çevrilmeyeceği bilinciyle Allah’a yakarır, kulluk ahdimizi yenileriz. Rabbimiz “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında Allah’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” (Cum’a, 62/9) buyurur. Peygamberimiz de güzelce abdest alıp cuma namazına gelen ve hutbeyi can kulağıyla dinleyen kimsenin, o cuma ile gelecek cuma arasındaki günahlarının affedileceğini müjdeler. (Müslim, Cum’a, 27) Öyleyse bugün üzerimize düşen en önemli sorumluluk, cuma namazını eda etmektir. Bugün hep birlikte Allah’a ibadet etmeye, kardeşlik bağlarımızı güçlendirmeye özen gösterelim. Çocuklarımızı sevgiyle cuma namazına alıştıralım, gençlerimizi cumanın huzuruyla buluşturalım.

Hz. Ömer'in müslüman oluşu
Hz. Ömer, Kureyş’in bazı ileri gelenleri gibi önceleri Hz. Peygamber’e ve İslâmiyet’e karşı düşmanlık gösterirken bi‘setin 6. yılında Müslüman olmuştur. Onun müslüman oluşuna dair hemen bütün kaynaklarda yer alan meşhur rivayete göre Hamza’nın İslâm’ı kabulünden sonra Ömer Hz. Peygamber’i öldürmek üzere yola çıkmış, yolda karşılaştığı Nuaym b. Abdullah’tan kız kardeşi Fâtıma ile kocası Saîd b. Zeyd’in müslüman olduğunu öğrenince onların evine gitmiştir. Onları Tâhâ sûresini okurken bulmuş, okuduklarını kendisine vermelerini istemiş, bu isteği reddedilince kız kardeşini ve eniştesini dövmüş, kardeşi kendilerine Kur’an öğreten ve Ömer’den saklanan Habbâb b. Eret’i de çağırarak müslüman olduklarını Ömer’in yüzüne karşı söylemiştir. Bunun üzerine yumuşayan Ömer müslüman olmaya karar vermiş, Habbâb’dan Resûlullah’ın Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın evinde olduğunu öğrenip oraya gitmiş ve kendisine biat ederek müslüman olmuştur (İbn İshak, s. 160-163; İbn Hişâm, I, 343-346). 

KURU ZAHMET OLMASIN
Hangi konuda olursa olsun bir işin doğru yolda olması o konuda bilgi sahibi olmayı gerektirir. Dini yaşamak da böyledir. İmam Gazâlî (kuddise sırruhû) şöyle buyuruyor:                                            "Ey Hak yolcusu! Sana emredilen şeyleri yapman ve nehyedilen şeylerden sakınman için    bilmen gereklidir.Yoksa ne olduğunu, ne için ve ne şekilde yapıldığını bilmediğin taatleri nasıl yerine getireceksin? Yahut  günah olduğunu bilmediğin şeylerden nasıl sakınacaksın? Eğer gereken bilgiyi elde etmezsen çoğu kez, senelerce taharetini ve namazlarını ifsat eden bir durumda ibadet edersin de haberin bile olmaz. Yahut iman ve ibadet konularında  bir müşkülle karşılaşırsın da onu sorup halledecek bir kimse aramazsın."

MERHAMET VE ŞEFKAT
Şefkât ve merhamet , katı kalpliliği yumuşatan , kin ve düşmanlığı eriten , nefretin yerine muhabbeti getiren , insanları birbirlerine yaklaştıran ve bağlayan bir vasıftır .
 Her hususta olduğu gibi , şefkât ve merhamet bakımından da insanların en üstünü Peygamber(s.a.v.)'imizdir . Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur , meâlen :
 "Ey müminler ! Andolsun ki içinizden size , sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen , size düşkün , inananlara şefkâtli ve merhametli bir Peygamber gelmiştir ."(Sûre-i Tevbe 128)
 Yine "Müminlerden sana tâbî olanları kanatların altına al " (Sûre-i Şuarâ 215)
 Şefkat ve merhametin meydana gelebilmesi için sevginin olması şarttır . Sevgi , insanın  , büyümesi , gelişmesi , ferdî ve ictimâî inişâfı , hayata sağlam bir şekilde intibakı için lüzumludur . Bu sebeple insanın , herşeyden önce sevgi ve şefkate ihtiyacı vardır .
 Sevgiden mahrum bir insan bedenen gelişirsede , şefkat ve merhametten nasibini alamaz . İşte bundan dolayıdır ki , peygamberler ve vârisleri dinî tebliğ ederken insanlara şefkatle ve merhametle muamele etmişlerdir .
"bedeviler ve birtakım insanlar , Rasûlullah(s.a.v.)'ın yanına geldiler de .
-Siz çocukları öper misiniz dediler
-Evet , cevabını verince , onlar
-Vallhi biz öpmeyiz dediler . Bunun üzerine Peygamer Efendimiz 8s.a.v.)
-Allah(c.c.) sizden rahmeti aldıysa ben (vermeye mâlik olur muyum ? " buyurdu ve ilave etti :"Merhamet etmeyene merhamet edilmez"(Sahih-i Müslim 4/1808)
 Allah (c.c.)'ı sevenin Üç Kerameti vardır
1-Deniz misali cömert olmak
2-Güneş gibi şefkatli olmak
3-Toprak gibi mütevazi olmak

ALLAH c.c. A HİCRET
Hadis-i şeriflerde zikredilen allah (c.c.)'a hicret etmek  , nefsi terbiye edip haramlardan kaçınmak , kalbi zikirle diriltmek , Allah (c.c.) Teâla'yı sevmek ve kalple o'nu görürcesine yüksek bir hale erişmek , manevi yolculuğun amelleri ve neticesidir .
 Bu yolculuğa "syrü süluk" veya "manevi sefer" denir . Bu seferde , mülk âleminden melekût âlemine , ilm'l yakîn'den ayne'l yakîn mertebesine , kötü huyları bırakıp iyi huylarla süslenmeye , gafletten zikre , kafir , gafil , fasık , hasta ve katılaşmış bir kalpten , uyanık , sağlam ve Allah (c.c.) ile huzur bulmuş bir kalbe geçiş yapılır .
  "Ne zamandan beri müslümansın" diye sorulduğunda , "Kâlû bel'adan beri " diye cevap veririz . Kâlû belâ , biz insanların , Allah (c.c.) Teâla'nın Rabb'liğine , birliğine şahitlik ettiğimiz vaktin ism olmuştur . Allah (c.c.) Teâla , bütün insanları toplayıp bir anlaşma yap mıştır . Bu anlaşma , Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle anlatılır :
 "Rabb'in , âdemoğullarının sırtlarından soylarını  çıkardı ve onları kendilerine şahit tuttu . Ben sizin Rabb!iniz değil miyim , dedi . Onlar , şüphesiz sen bizim Rabb'imizsin biz de şahidiz dediler. Kıtamet günü , bizim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz diye...(A'râf 7/172)

ASR-I SAADETTE BAYRAM
Allah (c.c.) Teâla , nimetler içinde yaşayan insanoğlunun onları vereni unutmaya meyilli olduğunu şöyle ifade buyuruyor :
"İnsana bir zarar geldiği zaman , ( o zararın giderilmesi için) bize dua eder . Fakat biz sıkıntısını kaldırınca , sanki kendisine dokunan sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider . İşte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları (kötü, çirkin ) şeyler güzel gösterildi" (yunus 10/12)
 Asr-ı Saâdette bayram kutlamaları  , geniş bir alan olan musallada bayram namazı kılınarak başlardı . Erkekler , çocuklar , kadınlar , herkesin orada toplanmasını bizzat Peygamberimiz (s.a.v.) isterdi . Dışarı çıkacak elbisesi olmadığını söyleyen bir hanımada  Allah (c.c.) Resûlü ödünç bir elbise alıp bayrama katılmalarını buyurmuştur . ( Buharî)
 Kılınan bayram namazı sonrasında bayram kutlamaları başlarsı . Kılıç kalkan oyununa benzer oyunlar oynanırdı . Habeşli veya Sudanlı oldukları bildirilen bazı müslümanlar mescidde oyunlar sergilerlerdi . Özellikle hanımlar bayram coşkusunu evlerde de devam ettirmiş , def çalınıp şarkılar söylenmiştir .


SURELERİN FAZİLETLERİ
 Kur'ân-ı Kerîm baştan sona fazilettir . Okuyan için her harfine on  sevap kazandırır . Bazı sûreler ise daha özel , bildirilmiş faziletlere sahiptir . Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır :
"Kul hüvellahu ehad sûresi Kur'an'ın üçte birine denktir" (Buharî , ,Tirmizî )
 "Kim geceleyin Bakara sûresinin son iki âyetini (Âmene'r-resûlü'yü) okursa bu ona yeter "(Buharî , Müslim , Tirmizî)
 "İçinde Âyetü'l-kürsî okunan eve şeytan girmez . Girmişse okununca kaçar " (Hâkim , İbn Hibbân )
 "Kur'an'ın kalbi Yasîn'dir . Kim onu Allah(c.c.)'ın rızasını ve ahireti isteyerek okursa muhakkak günahları affedilir"(Hâkim , Ebû Davud)
 "Mülk Sûresi (Tebâreke) kabir azabına manidir . O kurtarıcıdır . Onu her gece okuyanı kabir azabından kurtarır" (Hakîm , Tirmizî )
 İnsan ve cin şeytanlarının şerrinden muhafaza için  de İhlâs , Felak ve Nâs Sûrelerini sabah akşam üçer defa okumalıdır .

SAMİMİ GAYRET
 Başarı karar ve gayrettir . Yani başarmak için , önce başarmaya karar vermek , sonra da zorluklara katlanarak çalışmakm gerekir . Abdülkerim el-Cîlî (k.s.)'de başarının gayretteki samimiyete bağlı olduğunu belirtiyor ve ekliyor :
" İsteğinde samimi olan kimsenin iki alâmeti vardır . Yöneldiği ve istediği şeyin olacağına kesin olarak inanmak ve gücü nisbetinde istenen şeylerin gereğini yapmak . Hali böyle olmayan kimseye himmet ve azim sahibi denmez . O sadece boş temennilerle avunan ve davasında yalancı olan birisidir . Böyle bir kimse aradığını bulamaz , secdiğine kavuşamaz . Onun hali , elinde kalemi kağıdı olmayan , okuma ve yazmasını da bilmeyen bir kimsenin mektup yazmasına benzer . Bu durumda olan biri nasıl mektup yazacak ki ?"

VAHİY VE AKIL
İnsanın sorumlu tutulması için akıllı olması şart koşulmuştur . Bu şartı da aklı veren allah (c.c.) koymuştur . Akıllı olamayan kimse sorumlu tutulmamıştır . Akılsahibi kimselerin sorumlu tutulduğu dinin kaynağı ise vahiydir . Dolayısıyla vahyi anlamada , akıl hizmetkâr kılınmıştır .
 Fakat aklı dinin kaynağı kabul etmek genel bir anlayış haline getirilmek istenen bir hastalıktır . Akla taşıyamayacağı bir yük yüklenmektedir . Aslî vazifesi bir tarafa bırakılmaktadır . "İlâm dini akıl dinidir" şeklinde bir ifade kullanılıyor ve bu ifadedn "Dinin kaynağı akıldır" gibi çok yanlış bir sonuç çıkrtılıyor . Halbuki dinin kaynağı akıl değil Allah (c.c.)'ın vahyidir.
 Aklı dinin kaynağı olarak görenler , kendilerinde de akıl olduğu için vahyin getirdiklerine bakmadan akıllarına geleni din diye ortaya koymaktadırlar . Herkesin akıl seviyesi  de farklı olduğundan akılların farklılığı kadar farklı dinî anlayışlar ortaya çıkmaktadır . Aklı , kendi anlayışına göre hareket etmek için değil , vahyin hizmetkârlığında kullanmak gerekir .

CANANA CAN FEDA
 Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyorlar :
" Allah (c.c.) için can vermek cennetten tatlıdır . Kıyamet günü şehitlere "işte cennet önünüzde başka bir isteğiniz var mı ? diye sorulunca şöyle derler :Yâ Rabbi ! Bizi dünyaya geri gönderde senin için bir kez daha canımızı verelim  , senin sevginle bir kez daha ölelim" (Müslim , Nesâî , Tirmizî)
 Peygamber aşığı şair Fuzûlî de sanki bu hadis-i şerifin şerhini yapar gibi şöyle diyor :
"Cânımı cânân istemiş , minnet cânıma ,
  Can nedir ki  ,vermiyem cânânıma "

DEĞİŞEN ÖLÇÜ
Bir bilgeye , "Efendim dünyada en çok kimi seviyorsunuz ?" diye sormuşlar , "Terzimi seviyorum " diye cevap vermiş . soruyu soranlar şaşırmış ve "Aman üstad o kadar eşiniz dostunuz varken terzide nereden çıktı ? Neden onu seviyorsunuz ?" demişler .
 Bilge şöyle cevap vermiş : "Dostlarım , evet ben terzimi severim . Çünkü ona her gittiğimde ölçümü yeniden alır . Ama ötekiler öyle değildir . Benim hakkımda bir kez karar verir ve ölünceye kadar da beni hep aynı gözle görürler ."

NASİHATLER
  Bir iyiliği emir veya kötülükten nehiy gibi dine övülecek bir sebep yokken devlet adamlarının kapısını aşındırma . Bir gün tâbiînin ileri gelenlerinden Ahnef b. Kays (rah.) zamanın halifesinin yanında bulunuyordu . Mecliste çok şey konuşuldu . Ahnef devamlı susuyordu . Halife ona dönüp , niçin konuşmadığını sorunca Ahnef , "Yalan söylesem allah (c.c.)'tan korkuyorum . Doğruyu söylemeye senden çekiniyorum . Onun için susuyorum" cevabını verdi  .aslında bir yanlış yapılırken sükût etmek ve gücü varken müdahale etmemek insanı vebale sokar .








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder