Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

20 Nisan 2024 Cumartesi

Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Doğduğu Arabistan nasıldı?

Araplar İslamiyet öncesi Arap Yarımadası'nda göçebe olarak yaşıyorlardı. Geçimlerini ise hayvancılıkla sağlıyorlar, ayrıca bazı Araplar da Arabistan'ın iç kesimindeki vahalarda tarımcılık yapıyorlardı. Bunların yanında önemli geçim kaynaklarından biri de çöl adeti olan kervan soygunlarıydı

Arapların İslam öncesi örgütlenme biçimleriyse "Bedevi klasik" sistemidir.Bu sisteme göre kabilenin saygın üyelerinden oluşan bir meclis bulunurdu. Kabile yaşamında kurallar daha çok ataların adetlerine göre şekilleniyordu ve toprakta özel mülkiyet yoktu. Otlaklar, su başları, hatta yer yer sürüler kabilenin ortak malı durumundaydı. Mekke ise bulunduğu konum itibarıyla ticaret merkezi halini almış ve burada yerleşik hayata geçilmeye başlanmıştır. Yerleşik yaşam, ticaretin gelişmesi ve bu yolla edinilen kişisel servet kabile yaşantısının çöküşünü hızlandırıyordu. Kabile bağları gevşedi. Kabileler arası dayanışmanın yerini ticari kaygılar ve daha fazla kazanma anlayışı aldı. Mekke'nin gitgide şehirleşmesi, kabile üyeleri ve kabileler arasında doğan hiyerarşi nedeniyle burada ayrı bir yönetim biçimi ortaya çıktı. Bu yönetim biçiminde şehir, bir meclis tarafından yönetiliyordu. Meclis ise yetkileri babadan oğula geçen ve yetkili olanların yetki alanları birbirinden ayrı on reisten meydana geliyordu.

Tapınan Kâbe sayesinde Mekke kutsal kent kabul ediliyordu. Şehir yönetimi tarafından ticaretin gelişmesi için kabileler arasında barış ilan ediliyor ve bu dönemde kabileler Mekke'deki tapınağı ziyaret ederek hac ziyaretlerini yerine getiriyorlardı. Ekonominin temelini oluşturan kervanlara, yani ticarete yönelik soygun ve talanlar bu dönemlerde azalsa da devam ediyordu. Süren savaşlar ve parçalanmaya yüz tutsa da kabilecilik ticaretin ve toplumsal yaşamın önündeki en büyük engeldir. Yaşamı ve kabileler arası ilişkileri düzenleyecek bir örgüte ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu örgütte devlet olacaktı.

Arabistan'da Kabile yaşamı kökünden sarsılıyordu. Ama gelişen bir kölecilik yaşanmıyordu. İlkel komünal toplumdan sonra doğal gelişim seyri içinde yaşanacak evre, köleci toplumdu. Oysa Arabistan'da köleci ilişkiler gelişmemiş, yani köle emeği toplumsal üretimin ve gelişimin temelini hiçbir zaman oluşturmamıştır. Sosyal yaşam içerisinde köleler ve köle sahipleri bulunmasına karşın köleler daha çok ev işlerinde, kervanların korunmasında ve cariye olarak kullanılmaktaydı. Üretimde köle emeğinin kullanılması çok ender görülen bir şeydi.

Dinsel anlamda ise İslamiyet öncesi egemen olan din putperestlikti. Her kabilenin, her biri bir tanrıyı simgeleyen çok sayıda putu vardı. Putlar genellikle kadın, kuş, aslan vb. şekillerde tasvir edilmişti. Tüm kabilelerce kutsal kabul edilen Kâbe'nin içi putlarla doluydu. Arabistan'da Kâbe dışında bu dönemde yüz kadar daha tapınak bulunuyordu. Yahudilik ve Hıristiyanlık da zamanla tüccarlar aracılığıyla Arabistan'a girmişti. Ancak Araplar kendilerine yabancı gördükleri bu dinlere ilgi göstermemişlerdi. Bu dinler Arabistan'da tek tük taraftar bulmaktan öteye gidememişti. İslamiyet, Hıristiyanlıktan farklı olarak bu tarihsel koşullar içerisinde var oldu. Hıristiyanlık doğduğunda Roma devleti Köleci bir devletti. Hıristiyanlık da bu köleci devletin otoritesini reddederek ezilen kesimlere umut taşıyarak var olmuştu. Oysa İslamiyet'in çıktığı koşullarda Arap Yarımadası'nda kabile ilişkileri yıkılmaya yüz tutmasına karşın hala egemendi. Bu nedenle de gelişim çizgisi Hıristiyanlıktan farklı bir hat izleyecekti.

Hz. Peygamber'in (asm) Yetiştiği Çevre Giriş:

Önemli bir şahsiyetin hayatını inceleyen kişi için yapılması kaçınılmaz olan çalışmalardan birisi, belki de en önemlisi, onun yetiştiği çevreye, o ortama bir göz atmak, o ortamın, o kişinin şahsiyetinin oluşmasında herhangi bir etkisi olup olmadığını araştırmaktır. Çünkü insan, istese de istemese de içinde yetiştiği çevrenin, yaşadığı çağın tesirinde kalır. Doğup büyüdüğü ailenin, içinde yetiştiği çevrenin, ilişki kurduğu kimselerin onun kişiliği üzerinde, o kişiliğin oluşmasında, büyük ölçüde etkisi vardır.

İşte biz de bu sebeple, bu makalemizde, âlemlere rahmet olarak gönderilen, insanlığı zulüm karanlıklarından adalet aydınlığına çıkaran, insanlığı küfür bataklıklarından imanın aydınlık yoluna yönelten, insanlığa iç huzurunu, dünya ve ahiret mutluluğunu kazandıran, insanlığa yaratılış gayesini ve varlığın, varoluşun mânâsını öğreten Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (asm) yetiştiği çevreyi, aralarında yaşadığı insanları, onların dinî, iktisadî, içtimaî, siyasî ve edebî durumlarını, kısaca da olsa anlatmak istiyoruz. Çünkü, Peygamberimiz'in mesajını daha iyi kavramak, O'nun insanlığı nereden alıp, nereye getirdiğini görebilmek, insanlığa yaptığı hizmetin boyutlarını kavrayabilmek için buna ihtiyacımızın olduğuna inanıyorum.

A. Dinî Durum:

Bilindiği gibi Peygamberimiz, Miladî 570 (veya 571) yılı Rebiulevvel ayının 12'sine rastlayan bir Pazartesi günü dünyayı şereflendirdiler. (Hamidullah, 1/39) O dönemde Arabistan'da mevcud olan dinleri ve inançları araştırdığımızda ve Kur'ân–ı Kerim'den de bizzat anladığımıza göre, karşımıza çeşitli garip inançlar çıkmaktadır. Bunların başlıcaları şunlardır.

1. Haniflik: Hz. İbrahim (a.s.)'ın dininin kalıntılarını devam ettiren kişilerdi. Arapların çoğunun, putperestlik yaygınlaşıncaya kadar bu inanca mensup oldukları kabul edilmektedir. Hz. İsmâil (a.s.) vasıtasıyla Haniflik inancını kabul etmişlerdi. Hz. Peygamberin doğumu esnasında mevcut bulunan Hanifler, Allah'ın birliğine inanırlar, putlara ibadeti reddederler, hesaba inanırlar, bir çok cahiliyye âdetini kabul etmezlerdi. Siyasî, askerî herhangi bir ağırlıkları yoktu.

2. Yıldızlara Tapma: Yemen'de, Arap Yarımadası'nda (bazılarına göre Şam civarında) Horrân vadilerinde ve Yukarı Irak'ta yıldızlara tapan insanlar vardı. Bunlara Sabiîler denirdi. Yıldızlara tapmanın Araplar arasında ne zaman ve nasıl başladığını kesin olarak bilmememize rağmen, Kur'ân–ı Kerim'de (Neml, 27/2024) değinilen Süleyman (a.s.) ile Seba kraliçesi (Belkıs bint Şurahil) kıssasından bu inancın Hz. Süleyman zamanında da mevcud olduğunu anlamaktayız. Bunlar, Hz. Peygamber (asm) zamanına kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Nitekim, Kur'ân–ı Kerim'de bunlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:

"Gece, gündüz, Güneş ve Ay onun (Allah'ın) ayetlerindendir. Eğer gerçekten Allah'a tapıyorsanız, Güneş'e ve Ay'a secde etmeyin; onları yaratan Allah'a secde edin." (Fussılet, 41/37)

Ancak bunlar, o dönemde azınlıkta olup, kayda değer herhangi bir siyâsî ve askerî ağırlıkları yoktu.

3. Mecusilik: Bahreyn ve Irak'ta mecûsiliğe inanan bazı gruplar vardı. Ateşe tapıyorlardı. Mecusi İran İmparatoru bunları himaye ediyordu. Daha sonraları İslâm inançlarına bazı fitneler sokmak ve Müslümanlar arasında fitne tohumları yaymakta Yahudilerle birlikte önemli rol oynadılar.

4. Hıristiyanlık: Yarımada'nın kuzeyinde Tağlib, Kuda'a, Gassân kabileleri arasında ve Güney Yemen'de bazı Hıristiyan gruplar vardı. Bunların da siyasî ve askerî herhangi bir ağırlıkları yoktu. Yarımada'nın içinde de yer yer bazı Hıristiyan gruplara rastlanmaktaydı. Hıristiyanlık, Arabistan'a Habeşliler ve Romalıların işgalleri sonucu M. 340 yıllarından itibaren girmiştir. (Mübarekfurî 1980, 47)

5. Yahudilik: Yemen, Vadi'l–Kurâ, Hayber, Teymâ ve Yesrib'de (İslâm öncesi Medine) Yahudiler vardı. Bunlar, diğer inanç gruplarına göre askerî, siyâsî ve iktisâdî ağırlığa sahipti. Kendilerini Allah'ın seçkin milleti kabul ediyor ve Allah'ın insanları onlarla yöneteceğine inanıyorlardı. Bu sebeple, beklenilen son peygamberin kendilerinden biri olacağı beklentisi içindeydiler. Arabistan'a, ülkelerinin M.Ö. 587 yılında Buhtünnasır tarafından işgal edilmesi üzerine göç etmişlerdi. (bk. a.g.e., 46)

6. Putpereslik: Arap Yarımadasının her tarafına yayılmış, diğer bütün inançlardan daha fazla etkiye sahip ve daha çok yaygındı. Arabistan'a bu inancın ne zaman sokulduğu, nasıl yaygın hale geldiği konusunda değişik görüşler vardır. Bunlardan en yaygın olanı, putperestliği Arabistan'a Amr b. Luhay adında birinin soktuğudur. Huza'a kabilesinin reisi olan bu zat, dinlere olan ilgisi ve doğruluğuyla tanınmış biriydi. Devrin insanları onu büyük âlimlerden birisi olarak görmekteydiler. Bir tür cild hastalığına yakalanan Amr'a, Şam bölgesinde bulunan Horrân'a gitmesi ve orada bulunan şifalı bir suyla yıkanması tavsiye edilir. Bu tavsiyeye uyarak oraya giden 'Amr, o suyla yıkanır, iyileşir. Orada insanların putlara taptıklarını görür, bundan hoşlanır. Hubel adlı putu alıp beraberinde Mekke'ye getirip Kâbe'ye diker ve ona tapmaya başlar. Kavminin de ona tapmasını ister. Zamanla bu durum Araplar arasında o derece yaygınlaşır ki, her kabilenin taptığı bir putu olur. Peygamberimiz (asm) Mekke'yi fethettiğinde Kâbe'de 360 put vardı ve Peygamberimiz (asm) bunların hepsini kırdırıp, Kâbe'yi putlardan temizlemişti.

Başka bir rivayete göre ise, Hz. İsmail (as)'in çocukları çoğalıp, geçim nedeniyle Mekke'nin dışına çıkmaya mecbur olduklarından, Mekke'den çıkışlarında, babaları İsmail'in hatırasını taşıyan Harem toprağından bir miktar götürüyor, sonra bu toprağı korumak için ona aşırı saygı gösteriyorlardı. Bu iş zamanla gelişerek, onu kutsal kabul edip, ona ibadete dönüştü. Böylece putperestliğin temeli atılmış oldu ve gün geçtikçe şekillenerek gelişti.

Hz. Peygamber (asm)'in yetiştiği asıl muhit olan Hicaz bölgesinde en yaygın inanç bu putperestlik olduğu için, Peygamberimiz mücadelesini öncelikle putperestliğe karşı vermiştir. Bazılarının adları Kur'ân'da da geçen bu putların meşhurları şunlardı:

Menât: Mekke ile Medine arasında, deniz sahiline yakın el–Musellel denilen bir yerdeydi. Ensar kabileleri, Sa'd, Huza'a vb. buna tapardı.

Lât: Taif'te idi. Taifliler buna taparlardı. Peygamberimiz (asm), Mekke'nin fethinden sonra Ebû Süfyan b. Harb ve Muğîre b. Şu'be'yi gönderip onu kırdırdı.

Uzzâ: Gatafan, Gânî ve Bahîle kabilelerinin putuydu. Peygamberimiz (asm), Hz. Halid'i gönderip, onu kırdırmıştır.

Hubel: Kureyş'in en büyük putuydu. Kırmızı akikten yapılmıştı.

Bunların dışında İs'af, Naile, Vedd, Suva', Yağûs ve Ya'ûk vb. adlarla meşhur başka putları daha vardı. Ki, bunlardan bazıları eski Arap şiirlerinde geçmektedir. Örneğin: Amr b. Humame ed–Dusî, Zülkeffeyn adlı putu yaktığı zaman şu beyti söylemiştir:

"Ey Zulkeffeyn ben senin babandan kalma değilim. Benim doğumum senin doğumundan öncedir. Ben senin kalbine ateş doldurdum." (Şükrî, 2/209)

Araplar, putlarını taştan ağaçtan vb. maddelerden yaptıkları gibi, yiyecek maddelerinden de yaparlardı. Meselâ, Hanife Oğulları kabilesi hurma ve undan yapmış oldukları büyük bir putu, kıtlık zamanında yedikleri için rakib kabilenin şairi tarafından şöyle kınanmışlardır:

"Hanife oğulları, kıtlık ve açlık zamanı tanrılarını yedi." (Kal'acî 1998, 16)

Yine başka birisi evinin bahçesine diktiği putuna bir tilkinin gelip bevlettiğini görünce, buna çok sinirlenmiş, bu saygısızlık karşısında kendisini koruyamayanın nasıl tanrı olabileceğini, tepesi atarak şöyle dile getirmiştir:

"Tilkinin başına işediği, tanrı mıdır

Dikkat edin, tilkilerin başına işedikleri aşağılanmıştır." (bk. a.g.e.)

Bu ve benzeri şiirlerle, Kur'ân–ı Kerim'deki bazı ayetlerden anladığımıza göre putperestlik Araplardan bir çoğunu tatmin etmiyordu. Onlar, asıl itibariyle Hz. İsmail ve dolayısıyla da Hz. İbrahim'in (a.s.) inancına sahip olduklarından, bir Yüce Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Nitekim Kur'ân–ı Kerim'de bazı ayetlerde bu hususa işaret edilmektedir. Mesela:

"Şayet onlara: 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir?' diye soracak olursan, elbette 'Allah'tır' diye cevap vereceklerdir." (Lokman, 31/25)

"'Biz onlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.' (derler.)" (Zümer, 39/3)

Görüldüğü gibi Araplar, bu hususta bir çelişki içerisindeydiler. Kur'ân–ı Kerim'de birçok ayette bu çelişkiye dikkat çekilmiştir. Meselâ:

"Yaratan (Allah), hiç yaratamayan (putlar)a benzer mi? Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" (Nahl, 16/17)

"O müşriklerin Allah'tan başka ibadet edip yalvardıkları sahte tanrılar ise, hiçbir şey yaratamazlar. Zaten kendileri yaratılmaktadırlar." (Nahl, 16/20)

Arapların putlara ibadet ve merasim şekillerini de kısaca şöyle sıralayabiliriz:

Putun huzurunda yalvarmak, yakarmak, belâ ve musibetler anında yardım etmesini, sıkıntılarını gidermesini istemek; Kâbe'deki putları ziyaret etmek, onların etrafında tavaf etmek, onlara secde etmek, yakarmak; putlar adına, onlara yakın olmak için kurban kesmek, ki Kur'ân–ı Kerim'de:

"... putlara ait sunaklarda kesilen hayvanların etleri … size haram kılındı..." (Maide, 5/3)

buyurularak, böyle bir davranış şiddetle yasaklanmıştır.

Putperest Araplar, yiyecek ve içeceklerinden, yahut da ekin ve hayvanlardan bir miktarını putlara ve Allah'a verirlerdi, Kur'ân–ı Kerim, bunu da dile getirmekte ve yasaklamaktadır:

"Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan kendilerince Allah'a bir hisse ayırdılar da kendi batıl iddialarınca: 'Şu, Allah'ın' dediler, ‘şu da (ulûhiyette ortak edindikleri) putlarımızın.' Ortakları için ayırdıkları, Allah'ın hissesine konulmaz, ama Allah'a ait olanlar ortaklarının hissesine aktarılır. Bunlar ne kötü hüküm veriyorlar!’” (En'am, 6/136)

Araplar, putlara adak da adarlardı. Önemli bir işe veya yolculuğa karar verdikleri zaman, Kâbe'ye gelir, putlara kurban keserler; orada bulunan kâhin, içinde fal oklarının bulunduğu torbayı çıkarır ve o oklardan çekerdi. Bunlardan bazısında "yap", bazısında "yapma", bazısında da "boş" yazılıydı. "Yap" çıkarsa yapmak istediklerini yaparlar; yapma çıkarsa "vazgeçerler", "boş" çıkarsa, bir daha çekerlerdi. İslâm, bunları da yasaklamıştır. İslâm'da, herhangi bir iş konusunda karar verilemediği zaman, istişare ve istihare usûlü vardır.

O günün Arapları, öldükten sonra dirilmeye, âhirete inanmıyorlardı. Nitekim bir gün, Kureyş ileri gelenlerinden Ümeyye ibn Halef, çürümüş kemikleri eline alıp, Peygamberimizin huzuruna gelerek, bunları elinde ufalar ve havaya saçarak, aklınca Peygamberimizi (asm) mat etmek için: "Ey Muhammed, Allah'ın bunu da dirilteceğini sanıyor musun?" diye sormuştu. Peygamberimiz de cevap olarak, "Evet. Allah (c.c.), seni öldürecek, sonra diriltecek ve sonra ateşe atacaktır." cevabını vermişti ki, bu husus, Kur'ân–Kerim'de şöyle dile getirilmiştir:

"İnsan şunu hiç görüp düşünmedi mi: Biz kendisini bir nutfeden yaratmışken, yaman bir hasım kesildi Bize. Nasıl yaratıldığını unutarak, bir de misâl fırlattı Bize: 'Çürümüş vaziyetteki o kemikleri kim diriltecek!' diye. De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltir; hem o, yaratmanın her türlüsünü bilir.'" (Yasin, 36/77–79)

Bütün bu bozuk inançlara rağmen, o dönem insanlarından Haniflik ve Hıristiyanlıktan etkilenerek âhiret ve hesaba inananların da olduğunu görmekteyiz. Nitekim, Cahiliye dönemi şairlerinden el–Ahnes ibn Şihâb et– Temîmî bir şiirinde şöyle der:

"Kuşkusuz Allah'ın, kulunu güzel işleri sebebiyle hesap günü ödüllendireceğini bildim." (Kal'acî, 18)


B. İktisadî Durum

Arabistan Yarımadası geniş çöllerle kaplı bir bölge olduğundan, orada ziraata elverişli topraklar pek azdı. Buna paralel olarak, hayvan otlakları da yeterli değildi. Bazı zaruri ihtiyaçların karşılandığı vahalar ve su kaynakları çevresinin dışında, ziraat yok gibiydi. Çölde oturanlar genellikle hayvancılıkla uğraşmaya çalışırlar, Mekke ve Medine gibi yerleşim merkezlerinde oturanlar ise ticaret ve ziraatla uğraşırlardı. Stratejik konumu itibariyle, özellikle Hicaz bölgesi kervan yollarının üzerinde bulunduğu için, ticaret alanında önemli bir yeri vardı. Mekke'de bu sayede hatırı sayılır zenginler oluşmuştu. Kışın Yemen'e, yazın Şam'a ticarî seyahatler yapılırdı. Ancak, servet dağılımı insanlar arasında son derece haksız ve adaletsizdi.

Bir tarafta Ebû Süfyân, Velîd ibn Muğîre vb. gibi çok zengin insanların bulunduğu Mekke'de, hayatını sürdürecek kadar yiyecek bulamayan yoksul insanların sayısı da az değildi. Faiz nizamının toplumda çok aşırı oranda ve yaygın oluşu da, bu durumu fakirler aleyhine iyice kötüleştiriyor, hayatı çekilmez hale getiriyordu. Faiz borcu olan insanlar, özellikle ziraatla uğraşanlar, yıllık gelirleriyle borçlarının sadece faizlerini bile ödeyemiyorlardı. Çünkü faiz oranları çok yüksek, hattâ %100'ün üzerindeydi. Nitekim, Kur'ân–ı Kerim'de faizin yasaklanmasının ilk safhasında bu hususa şöyle işaret edilmektedir:

"Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki felah bulasınız." (Âl–i İmran, 3/130)

Ticaretin şehirlerde yaşayanlar için geçerli olduğu bölgede, çölde yaşayan büyük çoğunluğun ise hayvanlardan sağladıkları ile kabilelerin birbirlerine saldırmalarından ele geçirdikleri, yağmaladıkları mallardan başka gelirleri yoktu. Yağma ve çapulculuk, özellikle yoksulluktan bunalan bedeviler için normal rızık yollarından biri kabul ediliyordu. Bir çoğu da fuhuş yaptırarak, özellikle de diğer kabilelerden saldırılar sırasında esir aldıkları kadın ve kızları bu çirkin işlerde çalıştırarak ve buna zorlayarak para kazanıyorlardı. Kur'ân–ı Kerim, bu çirkefliğe Nûr Sûresinde şöyle değinmektedir:

"Dünya hayatının geçici metâını elde etmek için, sakın cariyelerinizi –hele iffetli olmak isterlerse– fuhşa zorlamayın." (Nûr, 24/33)


C. Sosyal Durum:

a. Aile: Cahiliye Arapları arasında aileyi oluşturma ve aile kurma düzeni de karmakarışıktı. O gün yaygın olan başlıca evlenme çeşitlerini kısaca şöyle sıralamak mümkündür:

     1. Erkeğin evlenmek istediği kızı velisinden istemesi suretiyle.

     2. Değişik erkeklerle fuhuş yapan kadının, doğan çocuğunun o erkeklerden birine ait olduğunu söylemesiyle.

     3. Bir kadının, gizlice ilişkide bulunduğu erkekten çocuğu olmasıyla.

     4. Erkeğin, ilişki kurduğu başkasına ait cariyeden çocuğu olunca onu satın alması yoluyla.

Bunlardan başka, kadınların değiştirilmesi (Be'l nikahı), kızı ve akrabalarından bir kadını başka birinin kızı ve akrabası olan bir kadına karşılık vererek, o kadını almak yoluyla (Sığar nikahı), bir kadını geçici bir zaman için kiralamak şeklinde, daha da çirkin olanı, istibda' nikahı dedikleri,| bir erkeğin doğacak çocuk daha iyi olsun diye, karısını hayızdan temizlendikten sonra beğendiği başka bir erkeğin çadırına göndermesi yoluyla. İslâm, bütün bunların hepsini ortadan kaldırmış, ilk nikah şeklini ıslah ederek kabul etmiştir.

Bir erkek, istediği kadar kadınla evlenir, istediği zaman onu boşardı. İslâmiyet geldiği zaman nikahında on tane eşi olup, evliliğin dörtle sınırlanmasıyla diğer eşlerinden ayrılmak zorunda kalan bazı sahabilerin adları kaynaklarımızda zikredilmektedir.

Diğer taraftan, iki kız kardeşle birden evlenme âdeti olduğu gibi, üvey anneyle de evlenme âdeti vardı. Kocası ölen kadın, üvey oğullarına miras olarak kalırdı.

Bir cahiliye Arabı karısını boşar veya ölürse, bu adamın büyük oğlu bu kadınla evlenmek istediği zaman elbisesini kadının (üvey annesinin) üzerine atar, bu suretle mehir vermeye lüzum kalmadan, o kadın onun karısı olurdu. Bu üvey oğul, isterse onunla evlenir, isterse satar mihrini kendisi alırdı. Ancak kadın, çabuk davranarak üzerine elbise atılmadan kendi kabilesine kaçabilirse bu durumdan kurtulabilirdi.

İslâm, çok sayıda böyle üvey annesiyle evlenmiş kişilerin evliliğine son vermiştir. Bu hususta Kur'ân–ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:

"Daha önce geçen durum bir tarafa, bundan böyle babalarınızın nikâhladığı kadınları artık nikâhlamayın. Hiç şüphe yok ki bu, Allah'ın gazabına sebep olan bir hayasızlıktır. Ne iğrenç bir yoldur o!" (Nisa, 4/22)

Hattâ bunlardan Manzur b. Zabbân, üvey annesi Müleyke bint Hârise ile evliyken, Hz. Ömer'in onları ayırması üzerine, Müleyke'yi pek seven, belli ki, İslâm'ı da iyice içine sindirememiş olan Manzur'un bir şiirinde şöyle dediği rivayet edilmektedir:

"Dikkat edin, Müleyke ve şarap benden gittikten sonra, artık bugün ben zamanın ne yaptığına aldırmıyorum." (Kal'acî, 24)

Kız çocuklarının olmasını ayıp görürler, onların doğumundan utanç duyarlardı. Savaşmadığı, saldırılara karşı obayı koruyamadığı, erkekler gibi çalışıp kazanamadığı, bir saldırı anında düşman kabilelerin eline esir düşecekleri, tecavüze uğrayıp fuhuş yaptırılacakları gibi düşüncelerle kız çocukları olunca çok kızarlar, öfkelerinden çıldıracak hâle gelirlerdi. Kur'ân–ı Kerim bunlardan, kız çocuğu olan birisinin nasıl bir halet–i ruhiye içerisine girdiğini Nahl sûresinde çok veciz bir şekilde anlatmaktadır:

"Onlardan birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelenince, öfkesinden ve üzüntüsünden, yüzü mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp eşinden dostundan saklanmaya çalışır. Şimdi ne yapsın! Hor, hakir, itilip kakılan bir bela olarak onu hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün, ne yapsın, diye kara kara düşünür! Dikkat ediniz, ne fena hükümlerdi verdikleri bu hükümler!" (Nahl, 16/58–59)

Göçebe Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına yünden örülmüş bir cübbe giydirerek onlara deve, koyun güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise bazen doğar doğmaz öldürürler, bazen de altı yaşlarına geldiğinde, onu, güzel elbiseler giydirip akrabalarına götüreceklerini söyleyerek, çölde önceden hazırladıkları çukura atar, üstünü toprakla örterlerdi. Doğar doğmaz öldürecekleri zaman da, doğum yapmak üzere olan kadın bir çukur kazar, orada doğum yapar, doğan çocuk kız ise o çukura gömer, erkek ise alır büyütürdü.

Kur'ân–ı Kerim'de, Tekvir sûresinde, bazı Arapların, kız çocuklarını diri diri gömme şeklindeki vahşi âdetlerine işaret edilmekte ve bunun hesabının mutlaka sorulacağına dikkat çekilerek, bunu yapanlar tehdit edilmektedir. Allah Teâla, o sûrede, kıyametin dehşetli olaylarından bahsederken, bu hâdiseyi de o dehşetli olaylar içerisine alarak, şöyle buyurur:

"Diri diri gömülen kız çocuğuna, hangi suçtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman." (Tekvir, 81/8–9)

Kur'ân–ı Kerim'den anladığımıza göre, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesinin en birinci sebebi, malî ve ekonomik idi. Fakirlikten dolayı aile fertlerinin az olması isteniyordu. Bu konuda da bir çifte standart uygulanıyor, erkekler aile bütçesine katkıda bulunur ümidiyle bırakılıyor, kızlar ise öldürülüyordu. Kur'ân–ı Kerim, bu düşüncenin çok yanlış ve bu işin büyük bir günah olduğu şöyle dile getirir:

"Fakirliğe düşme endişesi ile evlatlarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren biziz. Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur." (İsra, 17/31)

Dârimî'nin (v. 255/869) kaydettiğine göre, bir gün bir Müslüman, bu çirkin fiili kendisinin cahiliye döneminde nasıl işlediğini Resûlüllah'a şöyle anlatmıştır:

"Ey Allah'ın Resûlü, biz bir cahiliye toplumuyduk. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim küçük bir kızım vardı ve beni çok severdi. Öyle ki, onu çağırdığım zaman koşa koşa yanıma gelirdi. Bir gün yine onu çağırdım ve koşa koşa yanıma geldi. Sonra beraberime alarak, yolda rastladığımız bir kuyuya onu elinden tutarak attım. Kulaklarıma gelen son sözleri, 'Babacığım, Babacığım...' çığlıklarıydı." 

Bunları duyunca Resûlüllah'ın (asm) gözlerinden yaşlar süzüldü. Bunun üzerine orada hazır bulunanlardan biri, "Ey filan! Sen ne yaptın? Resulüllah'ı üzdün." dedi. Resûlüllah (asm),

"Ona engel olmayın, neler hissettiğini anlatsın. O, kendisini ilgilendiren bir şeyi soruyor."

edi ve adama 'Bu olayı bir daha anlat.' diye buyurdu. O şahıs bu olayı bir daha anlatınca, Resûlüllah (asm), mübarek sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Daha sonra adama,

"Bunu cahiliye döneminde yaptığın için Allah seni affetti. Kendi hayatına yeniden başla." buyurdu. (Darimî, Sünen, 1/3–4).

Tabiî bu işten üzüntü duyanlar, engel olmaya çalışanlar da o dönemde yok değildi. Bunlardan biri, meşhur şair el–Ferazdak'ın (115/733) dedesi Sa'sa'a ibn Nâciye el–Mucâşi'î (9/630) idi. Peygamberimize (asm) gelerek, "Ya Resûlüllah! Ben cahiliyede bazı iyi işler yaptım. Bunlardan birisi de 360 kız çocuğunu diri diri toprağa gömülmekten kurtardım ve her çocuğu kurtarmak için iki deveyi karşılık verdim. Bana bunun için mükâfat var mı?" diye sordu. Resûlullah (asm): "Evet, vardır. Bunun mükâfatı, Allah'ın seni İslâm nimetine kavuşturmasıdır." buyurdu.

Kabilecilik: Araplarda, aileden sonra en büyük sosyal grup kabileydi. Kabile Arap'ın her şeyiydi. Kabilenin şerefi ve yüceliği onun da şanı ve şerefiydi. Bir Arap, kabilesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. Birbirlerine karşı kabileleriyle övünürlerdi. Genelde malı ve çocuğu en çok olan ve kabilenin yaşça da en büyüğü kabile reisi olurdu. Kabile, diğer kabilelere karşı üyelerinin her türlü eylemlerinden sorumluydu. Cahiliye Araplarınca kabile, bağımsız bir siyasî birlik olarak kabul edilirdi. Kabile, fertlerini aşırı gittikleri zaman cezalandırır, gerekirse kabile dışı ilân ettiği gibi, başka kabileden kendilerine sığınan birisini de himayesi altına alabilirdi.

Kötü alışkanlıklar: Cahiliye döneminde şarap içmek ve kumar oynamak gibi kötü alışkanlık ve âdetler çok yaygındı. Kumarı, hem de kabilenin en şereflileri ve zenginleri oynayabilirlerdi.

İç savaşlar: Birçoğu kan davası olmak üzere, bazıları da sudan sebeplerle, kabileler arasında çıkan savaşlar bitmek tükenmek bilmezdi. Bu savaşlardan 40 yıl devam edenlerinin olduğu rivayet edilir. (Ebû Ubeyde, Eyyâmü'l–Arab) Kabileler arasındaki savaşlarda haklıya haksıza bakılmaz, herkes kendi kabilesinin yanında yer alırdı. Prensip şu idi: "Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et." Daha sonra Peygamberimiz (asm), bunu hadis–i şeriflerinde zikrederek, Arapların cahiliye dönemindeki anlayışlarının yanlış oluğunu vurgulamış, zalim kardeşe yardımın, onu zulmünden vazgeçirmek olduğunu buyurmuştur. (Meydanî, 3/373 vd.)

Bunların yanında Araplar arasında cömertlik, yardımseverlik, yiğitlik, komşu haklarını gözetme gibi bazı iyi âdetler de yok değildi.


D. Edebî Durum

Bütün tarihçilerin ittifak ettikleri üzere, Hz. Peygamber (asm)'in İslam'ı tebliğle görevlendirilmesi esnasında Arapların en bariz özelliklerinden birisi de okur yazar olmamalarıydı. Nitekim bu hususa da, Kur'ân–ı Kerim'de şöyle işaret edilmektedir:

"O, ümmîler arasından, kendilerinden olan bir elçi gönderdi. Bu elçi onlara Allah'ın ayetlerini okur, onları inançlarına ve davranışlarına bulaşmış kirlerden arındırır, onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Hâlbuki daha önce belli ve kesin bir sapıklık içinde idiler." (Cuma, 62/3)

O gün için Mekke'de yazı bilenlerin sayısı, en iyimser tahminle iki elin parmaklarının sayısını geçmemekteydi.

Yıldızlar (ilmi) ve tıp konusunda, yağmur ve rüzgârlarla ilgili bazı bilgileri vardı. Bunlar da en basit ihtiyaçlarının ötesine geçmeyen tecrübelerden ibaretti. (Elmalı 1997, 23–43) Bunun yanında, onların en meşhur olduğu alan, tarih ve soylarıyla ilgili bilgiler, nesep, savaşlarıyla ilgili menkıbeler ve bir de dil zenginliği, güzel söz söylemeye düşkünlükleri ve bu husustaki kabiliyetleriydi ki, biz de burada bu ikincisi üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Az önce ifade edildiği gibi, bütün bu olumsuz gelişmelerle birlikte, o dönemde Arabistan'da edebî ve kültürel durum, özellikle güzel söz söyleme bakımından oldukça parlaktı. Bu, daha başka sebeplere ilâveten, belki de devamlı savaşmak zorunda olan, kabile taassubunu her şeyin üstünde tutan Arapların, tabiî hayatlarının bir sonucu idi. Çünkü içinde yaşadıkları durumu devam ettirebilmeleri, sürekli savaşlar karşısında kabilelerinin birlik ve bütünlüğünü koruyabilmeleri için çok etkili söz söylemeye ihtiyaçları vardı. Bu sebeple, Arapların duygularını coşturmak, Arab'ın yiğitlik damarlarını kabartmak için güzel ve etkili söz söylemeye duyulan ihtiyaç, edebî alanda önemli bir gelişmeye sebep oldu. Sözlerin en etkilisi de tabiatıyla duygulara hitabeden, kahramanlık hislerini uyandıran şiirdi. Bunun için Arap toplumunda şiir bir silah kadar tesirli, hattâ bazen ondan daha etkili oluyordu.1

Şiirle, sıradan bir adamı yükseltmek mümkün olduğu gibi, çok değerli bir adamı da insanların gözünden düşürmek, hattâ onların içine çıkamaz hale getirmek de mümkündü. Yani o gün şiir, günümüzdeki basın ve televizyonun, moda deyimiyle medyanın rolünü görüyordu. Bir örnek vermek gerekirse:

Edebiyat kaynaklarında anlatıldığına göre, o gün Mekke'de yaşayan Muhallak el–Kilâbî adlı biri vardı. Çok sayıda kızı olan bu adamın kızlarıyla kimse evlenmiyor, buna çok üzülen aile, çaresizlik içinde ne yapacaklarını bilmiyordu. Günlerden bir gün devrin büyük şairi el–A'şâ'nın Mekke'ye geleceği haberini alırlar. Bunu duyan kızların annesi, hemen beyine koşarak ne yapıp edip, bu fırsatı değerlendirmesini ister, el–A'şâ'yı ağırlamaya ve kendisine bu meseleyi açıp ondan yardım istemeye karar verirler. Evin beyi, sabah erkenden şairin yolunu bekler; onu herkesten önce karşılayarak evine götürüp, yoksul olmasına rağmen bir deve keserek şairi çok güzel bir şekilde ağırlar, gece sabaha kadar yiyip içip eğlenirler ve bir yolunu bularak, münasip bir şekilde derdini ona anlatır. Ertesi gün el– A'şâ, Ukâz panayırında söylediği şiirinde sözü el–Muhallak'a getirerek:

"Ömrüme yemin ederim ki, nice gözler dikildi o tepede yanan ateşin ışığına. O ateş, iki kişi ısınsın diye yakılan ateştir. O ateş üzerinde, çömerlik ve el–Muhallak bütün geceyi uykusuz geçirmiştir. el–Muhallak'la ben bir annenin memesinden sütünü emen iki süt kardeş olarak karanlık gecede anlaştık. Asla birbirimizden ayrılmayız." (Cahız, 2/229) der. O yıl geçmeden el–Muhallak'ın bütün kızları evlenir.

Yine Temîmoğullarının ceddinin lakabından dolayı kendilerine Benû Enfi'n–Nâka "Deve Burnunun Oğulları" diyorlardı. Onlar, bu lakaptan utanıyorlardı. Ta ki, bir gün şair el–Huteya onları:

"Onlar öyle bir kavimdir ki, onlar burun, diğerleri kuyruklardır. Kim devenin burnuyla kuyruğunu eşit kabul edebilir?" diye methedince, artık bu lâkabı iftiharla söyler hâle gelmişlerdir.

İşte bütün bu sebeplerden dolayı Araplar şairlere, güzel ve etkili hitabet ve konuşma yeteneği olan kişilere çok önem veriyorlar, hattâ onlarda manevi birtakım güçlerin varlığına inanıyorlardı. Dolayısıyla şair ve hatibin Arap toplumunda yeri çok önemliydi. Bir kabileden şair yetiştiği zaman o kabilede şenlikler yapılır, kabile mensupları tebrik edilirdi. Her yıl kabileler arası savaşların kesildiği, bir nevi ateşkes dönemi sayılan ve haram ayları denilen belli aylarda, Zülmecaz, Zülmicenne, Ukâz ve Dûmetü'l–cendel v.b. büyük panayırlarda devrin büyük şairlerinin hakemlik yaptığı şiir yarışmaları düzenlenirdi. Burada başarılı olan şairlerin şiirleri, yazının yok denecek ölçüde az bilindiği o dönemde, son derece sınırlı sayıdaki hattatlar tarafından yazılarak, Kâbe'nin duvarlarına asılırdı ki, bazı âlimlere göre sayıları yedi, bazılarına göre de on tane olan bu kasideler günümüze kadar gelmiştir. Bunlardan yedisi, "Yedi Askı" adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir (Yaltkaya, Yedi Askı, M.E.B. Yay.). Bunlar, Arapların İslâmiyet'ten önceki hayatlarından kalan en büyük sanat eserleridir. Bundan 14–15 asır önce basit bedevî toplumunun sert ve haşin tabiatlı çocukları olan bu şairler, seviyelerine zor erişilen şaheserler bırakmışlardır.

Bunun başlıca sebeplerinden biri de, Arapça gibi çok işlek bir şiir diline sahip olmalarındandır. Zira hiçbir dil, sahip olduğu âhenk, kelime yapısı, fiil çekimindeki ve telaffuzundaki kaideleri bakımından Arapça ile mukayese edilemez. Bu dil, en küçük ayrıntıyı ve teferruatı bile zayi etmeyen veciz ve özlü ifadelere sahiptir. Sadece zamirler değil, aynı zamanda fiiller de çekilirken şahıslar dahi dişi ve erkek şeklinde birbirinden ayrılmaktadır. Cümle yapısından, kullanılan fiilden; bir erkekten mi, yoksa bir dişiden mi, sonra kaç kişiden bahsedildiğini anlayabilirsiniz.2 Kelimenin son harflerinin cümledeki yer ve durumuna göre tasrif edilip seslendirilmeleri (i'rab) imkânı yanında, lûgat sahasındaki inanılmaz zenginliği, her çeşit düşünceyi ve en ince farkları takdire şayan bir zerafetle ifade hususunda bu dili son derece kudretli hale getirmektedir. İnsanı heyecanlandıran bir husus daha vardır ki bu da, Arapça'nın, asırlar boyunca kendini geliştirme ihtiyacını duymamış olmasıdır. Nazım ve nesir, her ikisi de, 1500 seneden beri modern Arapça'daki şiir ve nesirden ne gramer, ne kelime yapısı, ne de imla bakımından bir ayrılığa sahiptir. Bugün Mısır, Suudi Arabistan, Irak, Suriye vb. Arap ülkeleri radyo merkezlerinden yayılan Arapça Hz. Peygamber'in (asm) yetiştiği çağdaki ve onun ashabına hitap ettiği Arapça'nın tâ kendisidir. Belki de, işte bu istikrardan dolayı Arapça, Cenab–ı Allah tarafından Kur'ân dili olarak seçilmiştir.

Bugün biz, o dönemden günümüze kadar gelebilen şiirleri incelediğimizde görüyoruz ki, o şiirler, ifade ettikleri fikirlerin büyüklüğünden, yüceliğinden ve genişliğinden ziyade lisanın güzelliği, sadeliğiyle, ifade güzelliğiyle meşhur olmuşlardır. Esasen o devirde Arapların bulundukları kültür seviyeleri düşünüldüğünde, bundan başka türlüsü de beklenemezdi. Meselâ bu gün, o dönemden kalma şiirlerin en meşhurlarından olan Muallaka şairi İmriul–Kays'ın Muallâkasına baktığımızda görürüz ki, sevgilinin ailesi tarafından terk edilmiş bir konak yerinin tasviriyle 82 beyitlik bu şiirine başlayan şair, aşk ve sevda hatıralarıyla devam etmekte, kaygılı bir gece, at ve av, bulut, yağmur ve sel tasvirleriyle şiirine son vermektedir. Yani, Arap edebiyatının cahiliye döneminin bu en etkili kasidesinin bütün büyüleyiciliği sade bedevî hayatını, aşkını çok güzel sözlerle terennüm etmesinden kaynaklanıyordu.


Sonuç

Özet olarak söylemek gerekirse, Resulüllah (asm)'ın yetiştiği çevre, dinî, iktisadî, içtimaî ve manevî açıdan, gerçekten o gün için dünyanın en bozuk çevresiydi. İtikatlar bozulmuş, belli bir otoritenin olmayışı her tarafa korku salmıştı. Kuvvetlilerin söz sahibi olduğu düşüncesi hakimdi. İnsanlar devamlı bir saldırı korkusu içinde yaşıyorlardı. Gerek bölgenin verimsizliği gerekse servetin kötü dağılımı, bölgedeki her türlü gelişmeyi engelliyordu. Aile düzeninin kuruluşundan tutun, kabile taassubunun gözleri karartmasına kadar, sosyal bünyeyi bozan unsurların varlığı, bütün kabileleri, bir araya getirecek devlet şuurunun olmayışı, kuvvetli kabilelerin zayıfları yeme haklarının olduğu inancı ve bütün bölgeye hakim olan orman kanunları. Rahmetli Akif'in veciz ifadesiyle:

"Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi."

Resûllüllah (asm), işte kısaca anlatmaya çalıştığımız bu ortamda doğdu, burada büyüdü. Cemiyetteki bütün olumsuzlukları gördü. Olumlu işlere iştirak etti. Örneğin Hilfu'l–Fudûl denilen, Mekke'de bütün mazlumlara yardım edilip, zalimlerin karşısına çıkılacağına dair Haşimoğulları, Muttalipoğulları, Zühre ve Teymoğulları arasında yapılan anlaşmada faal görev üstlendi.

Onun şiirlerle ilgilendiğini gösteren herhangi bir rivayete sahip değiliz. Aksine, o dönemde kendilerinde manevi bir güç olduğu kabul edilen şairlerden nefret ettiğini ifade eden rivayetler vardır. Bu gün, Hz. Peygamber (asm)'in yetiştiği o ortamdan öyle bir insanın yetişmesini beklemek mümkün değildi. Bu husus, batılı bir çok yazarın da dikkatini çekmiştir. Nitekim, "En Etkin Yüz" kitabının yazarı olan M. Hart, dünyada en etkili 100 insan içerisinde birinci sıraya Peygamberimiz (asm)'i koyuş sebebini şöyle açıklıyor:

"Dünyanın en etkili insanlar listesinin başına Hz. Muhammed'i koymam bazı okurları şaşırtabilir. Bazılarını da kuşkuya düşürebilir. Ancak Hz. Muhammed tarihte, hem dinî hem de seküler düzeyde üstün başarılı olan tek insandı."

"Mütevazı bir aileden gelen Hz. Muhammed dünyanın en büyük dinlerinden birini kurmuş, (bu ifade Batılı anlayışa göredir) yaymış ve çok etkili bir siyasî lider olmuştur. Bugün, ölümünden on üç yüzyıl sonra, etkisi hâlâ güçlü ve yaygındır."

"Bu kitapta yer alan kişilerin çoğu, uygarlık merkezlerinde, ileri kültüre sahip ya da politik açıdan önemli milletler içerisinde doğup büyüme avantajlarına sahiptiler. Ancak Hz. Muhammed, 570 yılında, o dönemde dünyanın geri kalmış bir bölgesi olan, ticaret, sanat ve bilim merkezlerinden çok uzakta bulunan Güney Arabistan'ın Mekke kentinde doğmuştur. Altı yaşında yetim kalmış ve çok mütevazı bir çevrede yetişmiştir. İslam gelenekleri, bize onun okuma–yazması olmadığını söylemektedir…" (Hart, 1 vd.)

Bütün bu açıklamalardan sonra, makalemizi şöyle bir soruyla bitirmek istiyoruz:

- Acaba içinde bulunduğu çevrenin Hz. Muhammed (asm) üzerinde herhangi bir etkisi oldu mu?

Başka bir ifadeyle, o çevre böyle bir insanı yetiştirebilir miydi? Bu ve benzeri sorulara "evet" cevabını vermek mümkün değildir. Öyle bir çevrenin böyle bir insanı yetiştirmesi düşünülemez. Öyleyse, böyle bir çevrede Hz. Peygamber (asm) nasıl yetişti? Ya da böyle bir çevre, Hz. Muhammed (asm) gibi dünyanın en büyük insanını, yaratılmışların en büyüğünü nasıl yetiştirdi? İşte bütün bu soruların cevabını da yine o (asm) veriyor ve diyor ki, "Beni Rabbim yetiştirdi ve edebimi güzel kıldı." (Süyûtî, 1/51)

1. Şiirin bu etkisini, daha sonraları Hz. Peygamber (asm) tarafından, ashabın şairlerini müşrik şairlerin Müslümanları hicvettikleri şiirlerine cevap vermeye teşvik babında söylediği değişik hadislerde de dile getirilmiştir. (Müsned, 3/456 ; en–Nesâî, Menasik, 121.)

2. Hz. Süleyman'la (a.s.) konuşan karınca fıkrası meşhurdur. Derler ki : "Hocanın biri, eskiden bir köye imam olmak için gitmiş. Köylülerle tanışmış, köylerine talip olduğunu bildirmiş. Onlar da hocanın okumasını ve vaazını dinledikten sonra karar vereceklerini söylemişler. Hoca onlara vaaz etmiş, vaazında Hz. Süleyman'ın (a.s.) karıncayla olan kıssasını anlatmış ve Neml Sûresinin 18. ayeti olan: "Karınca vadisine geldikleri zaman bir karınca: 'Ey karıncalar, yuvalarınıza girin ki, Süleyman ve askerleri farkında olmadan sizi ezmesin' dedi" ayetini okuyup, "Cemaat–ı müslimin, bu ayetten anlaşıldığına gore, Süleyman Peygamber'le konuşan karınca dişiymiş" demiş. Bu söze, Arapça'nın bu özelliğini bilmeyen köylüler çok şaşmışlar. Sohbetten sonra karar için toplandıklarında demişler ki: "Bu hocayı imam tutalım; adam çok derin. Görmüyor musunuz, adam, Kur'ân–ı Kerim'den Süleyman Peygamber'le konuşan karıncanın erkek mi dişi mi olduğunu bile anlıyor..."

Kaynaklar:

1. el–Câhız, el–Beyân ve't–Tebyîn.

2. Ebû'l–Ferec, el–Eğânî..

3. Ebû Ubeyde, Eyyâmu'l–Arab Kable'l–İslâm, nşr. Dr. Adil Câsım, Beyrut, 1987.

4. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (terc.) İstanbul.

5. Hart, M. H., En Etkin Yüz, (Çev. Mehmet Harmancı, Sabah Kit.).

6. el– Mubârekfurî, Safiyyurrahmân, er– Rahîku'l–Mahtum, Mekke, 1980.

7. Kal'acî, Muhammed Ravvâs, Dirâse Tahlîliyye li Şahsiyyeti'r–Resul Muhammed (asm), Beyrut, 1998.

8. el–Meydânî, Mecma'u'l– Emsâl.

9. Savaş, Rıza, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, İstanbul 1992.

10. Şükrî, Mahmud, Buluğu'l–Edeb.

11. Yaltkaya, Şerafettin, Yedi Askı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul1985.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder